USUL-U KÂFİ
HÜCCET  KİTABI

(Akıl ve Cehalet, İlmin Fazileti, Tevhid, Hüccet)

 

 

21) ALLAH'U TEÂLÂ’NIN KİTABINDA İLİMLE VASIFLANDIRDIKLARI "İMAMLARDIR" BABI

l-(548) ...Cabir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür." (Zümer, 9) âyetiyle ilgili olarak şöyle buyurdu:

«Bilenlerden maksat, biz Ehl-i Beyt'iz; bilmeyenlerden maksat da düşmanları­mızdır. Bizim Şiîlerimiz de akıl sahipleridir.»

2-(549) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan "Hiç bilenlerle bilmeyenler bîr olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür." (Zümer, 9) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Biz, bilenleriz; bizim düşmanlarımız da bilmeyenlerdir ve bizim Şiîlerimiz de akıl sahipleridir.»

22) İLİMDE DERİNLEŞENLER "İMAMLARDIR" BABI

l-(550) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

 «İlimde derinleşenler / râsihun biziz, Kur'ân'ın te'vilini biz biliriz.»[42]

2-(551) ...Büreydb. Muaviye, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) ve Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan birinden: "Onun te'vilini Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başkası bilmez." (Âl-i İmran, 7) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) ilimde derinleşenlerin en üstünüdür. Al­lah, ona indirdiği âyetlerin ve te'villerin tümünü öğretmiştir. Ona bir şeyi indirip de te'vilini öğretmemiş olması düşünülemez. Ondan sonraki vasiler de bunların tümünü bilirler. Kur'ân'm te'vilini bilmeyenlerse, âlim onlara bu hususta bir açıklamada bu­lunduğu zaman, Allah, onların şu şekilde bir tavır takındıklarını bize aktarmaktadır: "Biz, ona iman ettik. Bunların tümü Rabbimizdendir, derler." (Âl-i İmran, 7) Kur'ân'm bazı açıklamaları özel, bazısı genel, bazısı muhkem, bazısı müteşabih, bir kısmı na­sırı, bir kısmı mensuhtur. İlimde derinleşenler (rasihun) bunları bilirler.»[43]

   3-(552) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«İlimde derinleşenlerden maksat, Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) ve ondan sonraki imamlardır.»

23) İMAMLARA İLİM VERİLDİĞİ VE İLMİN ONLARIN GÖĞÜSLERİNDE SABİTLEŞTİRİLDİĞİ BABI

1-(553) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın "Kur'ân, kendilerine ilim verilen­lerin göğüslerindeki apaçık âyetlerdir." (Ankebût, 49) âyetiyle ilgili olarak eliyle göğ­sünü işaret ederek, kendilerinin kastedildiğini ima ettiğini gördüm.

2-(554) ...Abdulaziz el-Abdî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) "Kur'ân, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerindeki apaçık âyetlerdir." (Ankebût, 49) âyetiyle ilgili olarak şöyle dedi: «Burada kastedilenler imamlardır.»[44]

 

3-(555) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) "Kur'ân, kendilerine ilim verilenle­rin göğüslerindeki apaçık âyetlerdir" (Ankebût, 49) âyetiyle ilgili olarak şöyle dedi:

«Allah'a yemin ederim ki, ey Ebu Muhammed! Burada mushafın iki kapağı arasındaki âyetler kastedilmemiştir.»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Peki, âyetleri bilenler kimlerdir.

Buyurdu ki: «Acaba bizden başkası olabilir mi?»

4-(556) ...Harun b. Hamza şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini duydum: «Kur'ân, kendilerine ilim verilenlerin göğüs­lerindeki apaçık âyetlerdir." (Ankebût, 49) Burada özellikle imamlar kastedilmiştir.»

5-(557) ...Muhammed b. Fudayl şöyle rivayet etmiştir:

İmam (aleyhisselâm)dan "Kur'ân, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerindeki apaçık âyetlerdir" (Ankebût, 49) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Burada özellikle imamlar kastedilmiştir.»

24) ALLAH'IN KULLARI ARASINDAN SEÇTİĞİ VE KİTABINA VARİS KILDIĞI KİMSELER "İMAMLARDIR" BABI

1-(558) ...Salim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a "Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize mîras bıraktık. Onlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır."(Fâtır, 32) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Hayırlarda öne geçmek için yanşan imamdır. Ortada duran, imamı bilen kimsedir. Kendine zulmedense, imamı bilmeyen kimsedir.»[45]

2-(559) ...Süleyman b. Halid şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) "Sonra kitabı, kullarımızdan seçtikle­rimize miras bıraktık" (Fâtır, 32) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Siz bu âyetle ilgili olarak ne söylüyorsunuz?»

Dedim ki: Bu âyetten Fatıma (selâmullahi aleyha)’nın evlatlarının[46] kastedildiği­ni söylüyoruz.

Buyurdu ki: «Sandığın gibi değil. Kılıcını çekip insanları başkaldırmaya davet eden kimse, bu âyetin kapsamında değildir.»

Dedim ki: Öyleyse kendine zulmeden kimdir?

Dedi ki: «Evinde oturan ve imamın hakkını bilmeyen kimsedir. Ortada duran ise imamın hakkını bilen kimsedir. Hayırlarda yarışan da imamdır.»

3-(560) ...Ahmed b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasân er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’a "Sonra kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize mîras bıraktık..." (Fâtır, 32) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Burada kastedilenler Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın evlatlarıdır. Onlardan hayırda yarışan, imamdır. Ortada duran, imamı bilen kimsedir. Kendine zulmedense, imamı bilmeyen kimsedir.»

4-(561) ...Ebu Vellâd şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (aleyhisselâm)'a "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu, hak­kını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler." (Bakara, 121) âyetini sordum. Buyurdu ki: «Burada kastedilenler, imamlardır.»[47]

25) ALLAH'IN KİTABINDA İKİ KISIM İMAM VARDIR: ALLAH'A DAVET EDEN İMAMLAR... ATEŞE DAVET EDEN İMAMLAR... BABI

l-(562) ...Cabir Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) 'dan şöyle rivayet et­miştir:

"Her insan topluluğunu imamıyla çağırdığımız gün." (İsrâ,71) âyeti nazil olun­ca, müslümanlar dediler ki: "Ya Resûlallah, sen bütün insanların imamı değil misin?"

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki:

«Ben, Allah tarafından bütün insanlara gönderilmiş bir elçiyim; ancak benden sonra Allah tarafından benim Ehl-i Beyt'imden, insanlara imamlar gönderilecektir. Bunlar, insanlar arasında ortaya çıkacaklar. İnsanlar tarafından yalanlanacaklar. Küf­rün ve sapıklığın önderleri ve onların taraftarları, onlara haksızlık edeceklerdir.

Kim Ehl-i Beyt İmamlarını veli edinse, onlara tâbi olsa, onları doğrulasa, o bendendir, benimle beraberdir ve benimle karşılaşacaktır. Haberiniz olsun! Kim on­lara haksızlık etse, onları yalanlasa, o benden değildir, benimle beraber olmaz ve ben ondan beriyim.»[48]

   2-(563) ...Talha b. Zeyd, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle'nin kitabında iki kısım imamdan söz edilir. Al­lah Tebareke ve Tealâ bir âyette şöyle buyurmuştur: "Onları, emrimizle hidayet eden imamlar yaptık." (Enbiyâ, 73) İnsanların emriyle değil. Allah'ın emrini, insanların em­rinin önüne geçirirler ve Allah'ın hükmünü onların hükümlerinden önce gözetirler.

Bir âyette de şöyle buyurmuştur: "Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık." (Kasâs, 41) Onlar kendi emirlerini, Allah'ın emirlerinin önüne geçirirler, kendi hü­kümlerini Allah'ın hükümlerinin önüne geçirirler. Allah Azze ve Celle'nin kitabında yer alan bilgi ve hükümlere aykırı olarak, kendi hevâ ve heveslerinin, arzularının pe­şine düşerler.»

26) KUR'ÂN İMAMA İLETİR BABI

1-(564) ...Hasan b. Mahbub şöyle rivayet etmiştir:

EbuT-Hasân er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)dan "Her biri için ana, baba ve akrabanın bıraktığından vârisler kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de payla­rım verin. Çünkü Allah her şeyi görmektedir." (Nisa, 33) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Burada imamlar kastedilmiştir. Allah, onlarla yeminlerinizi bağ­lamıştır.»

2-(565) ...Alâ b. Seyabe şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) "Şüphesiz ki bu Kur'ân, en doğru yola iletir." (İsrâ, 9) âyetiyle ilgili olarak şöyle buyurdu:

«Kur'ân, imama yöneltir.»[49]

27) ALLAH AZZE VE CELLE'NİN KİTABINDA ZİKRETTİĞİ NİMET, "İMAMLARDIR" BABI

l-(566) ...Esbağ b. Nubate şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) şöyle buyurdu: «Şu topluluğa ne oluyor ki, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin sünnetini değiştirdiler, onun vasisinden yüz çevirdiler? Üstelik bunu yaparken üzerlerine bir azabın inmesinden korkmuyorlar.»

Sonra şu âyeti okudu: "Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonun­da kavimlerini helak yurduna, cehenneme sürükleyenleri görmedin mi?" (İbrahim, 28) «Biz, Allah'ın kullarına bahşettiği nimetiz. Kıyamet günü kurtulan, bizimle kurtulur»[50]

2-(567) ...Mualla b. Muhammed, "Şimdi Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyor­sunuz?" (Rahman, 13) âyeti hakkında merfu olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Nebiyi mi, yoksa vasiyi mi yalanlıyorsunuz? Bu âyet Rahman suresindedir.»

3-(568) ...Ebu Yusuf el-Bezzaz şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm) "Allah'ın nimetlerini hatırlayın." (A'raf, 69) âyetini okudu ve dedi ki:

«Burada geçen Allah'ın nimetleriyle kastedilen nedir, biliyor musun?»

- "Hayır" dedim.

Buyurdu ki: «Allah'ın kullarına bahşettiği en büyük nimet kastedilmiştir. O da biz Ehl-i Beyt'in velayetidir.»

4-(569) ...Abdurrahman b. Kesir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a, "Allah'ın nimetine nankörlükle kar­şılık verenleri görmedin mi?" (İbrahim, 28) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Burada Resûlullah'a karşı savaşan, ona savaş açan ve vasisi ile ilgili vasiyetini inkâr eden bütün Kureyş kabilesi mensupları kastedilmiştir.»

28) ALLAH'IN KİTABINDA SÖZÜNÜ ETTİĞİ İBRET ALANLAR (EL-MU-TEVESSİMİN) "İMAMLARDIR" VE ONLARIN YOLU DOSDOĞRUDUR BABI

l-(570) ...Esbat -Zuttiden bir satıcı- anlattı:

Bir gün Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum. Bir adam: "İşte bunda, ibret alanlar için işaretler vardır. Onlar, hâlâ gözler önünde du­ran bir yol üzerindedirler." (Hicr, 75-76) âyetinin anlamını sordu.

Buyurdu ki: «İbret alanlar bizleriz ve bizim yolumuz, gözler önündeki dos­doğru yoldur.»

2-(571) ...Yahya b. İbrahim şöyle rivayet etmiştir:

Bana Esbat b. Salim anlattı: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanın­da bulunduğum bir sırada, Hiyt bölgesinden bir adam yanına geldi ve dedi ki:

Allah seni salih kılsın. "İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır." (Hicr, 75) âyeti hakkında ne buyurursunuz?

Dedi ki: «İbret alanlar bizleriz ve bizim yolumuz, gözler önündeki dosdoğru yoldur»[51]

3-(572) ...Muhammed b. Müslim, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisse­lâm)'dan "İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır." (Hicr, 75) âyeti hakkında şu açıklamayı rivayet etmiştir:

«Bunlar imamlardır. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki: «Mümi­nin feraset'inden korkun; çünkü o, Allah Azze ve Celle'nin nuruyla bakar. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır." (Hicr, 75)»

4-(573) ...Abdullah b. Süleyman, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan "İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır." (Hicr, 75) âyeti hakkında şöyle rivayet etmiştir:

«Bunlar imamlardır. "Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler." (Hicr, 76) Bu yol hiç bir zaman bizden ayrılmaz.»

5-(574) ...Cabir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Müminin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) "İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır." (Hicr, 75) âyeti hakkında şöyle buyurmuştur:

«İbret alan (el-Mütevessim) Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’dir. Ondan sonra benim ve benim soyumdan gelen imamlar, ibret alanlardır.»

Bu kitabın bir diğer nüshasında, aynı hadisi Ahmed b. Mihran, Muhammed b. Ali'den, o Muhammed b. Eslem'den, o İbrahim b. Eyyub'dan, o da kendi rivayet zin­ciriyle rivayet etmiştir.

29) AMELLERİN NEBİ'YE VE İMAMLARA ARZEDİLİŞİ BABI

l-(575) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki:

«İyi ve kötü kulların işledikleri ameller her sabah Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihiYyç, sunulur. Öyleyse kötü ameller işlemekten sakının. Şu âyette buna işaret edilmiştir: "...Yapacağınızı yapın! Amelinizi Allah da, Resulü de, mü'minler de göre­cektir. " (Tevbe, 105)» İmam bu âyeti okuduktan sonra sustu.

2-(576) ...Yakub b. Şuayb şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a Allah Azze ve Celle'nin: "...Yapacağınızı yapın! Amelinizi Allah da, Resulü de, mü'minler de görecektir." (Tevbe, 105) âyetinden sordum.

Buyurdu ki: «Âyette geçen mü'minlerden maksat, imamlardır.»[52]

3-(577) ...Sema'e şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Ne diye Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yi üzüyorsunuz?»

Adamın biri dedi ki: Resûlullah'ı nasıl üzüyoruz?

Buyurdu ki: «Biliyorsunuz ki işlediğiniz ameller, ona arz edilir. Bu ameller arasında bir günah gördüğü zaman üzülür. Öyleyse Resûlullah'ı üzmeyin, onu sevin­dirin.»

4-(578) ...Abdullah b. Eban ez-Zeyyat şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)'a dedim ki: "Benim ve ailem için Allah'a dua et."

Buyurdu ki: «Bunu yapmadığımı mı sanıyorsun? Allah'a yemin ederim ki, si­zin işlediğiniz ameller her gün ve her gece bana arz edilir.»

Bu sözü ağır buldum ve hayretle karşıladım. Bunun üzerine bana şöyle dedi:

«Yoksa sen, Allah Azze ve Celle'nin kitabını okumuyor musun? Orada şöyle buyurulmuyor mu?: "De ki: Yapacağınızı yapın! Amelinizi Allah'ta, Resulü de, mü'minler de görecektir." (Tevbe, 105)» İmam buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, burada geçen müminlerden maksat, Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)dır.»

5-(579) ...Yahya b. Müşavir Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

İmam: "Amelinizi Allah'da, Resulü de, mü'minler de görecektir." (Tevbe, 105) âyetini zikretti, sonra şöyle buyurdu: «Allah'a yemin ederim ki, burada geçen mü'minlerden maksat, Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)dır.»

6-(580) ...el-Veşşa şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «İyi ve kötü insanların işledikleri ameller, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye arz edilir.»

30) ÜZERİNDE DOSDOĞRU HAREKET EDİLMESİ TEŞVİK EDİLEN YOL, ALİ ALEYHİSSELÂM'IN VELAYETİDİR BABI

1-(581) ...Yunus b. Yakub, kendisine anlatan birinden, o da Ebu Cafer (Muham­med Bakır aleyhisselâm)'dan "Şayet doğru yolda gitselerdi, onlara bol su verirdik." (Cin, 16) âyetiyle ilgili olarak şöyle rivayet etmiştir:

«Eğer Emir'ül-Mü'minin Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)’ın ve onun soyundan gelen vâsilerin velayeti üzere dosdoğru hareket etselerdi, onların emir ve yasaklarına uymak suretiyle itaat etselerdi, "Onlara bol su verirdik." (Cin, 16) kalplerine imanı içirirdik. Âyette geçen yol (tarıkat)'dan maksat, Ali (aleyhisselâm)’ın ve ondan sonra­ki vâsilerin velayetine iman etmektir.»[53]

2-(582) …Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a, Allah Azze ve Celle'nin "Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin..." (Fussilet, 30) âyetinden sordum.

Buyurdu ki: «Birbirinin ardı sıra gelen imamlara bağlılık yolunda dosdoğru yürüyenlerin "...Onların üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaat olunan cennetle sevinin derler." (Fussilet, 30)»

31) İMAMLAR İLİM MADENİ, PEYGAMBERLİK AĞACI VE MELEKLE­RİN UĞRAK YERLERİDİR BABI

1-(583) ...Ebu'l-Carud şöyle rivayet etmiştir:

Ali b. Hüseyin (Zeyn'ül-Âbidin aleyhisselâm) dedi ki: «İnsanlar, neden bizden öç alıyorlar? Allah'a yemin ederim ki, bizler nübüvvet ağacı, rahmet evi, ilim madeni ve meleklerin uğrak yerleriyiz.»

2-(584) ...İsmail b. Ebu Ziyad, Cafer b. Muhammed'den, o babasından şöyle rivayet etmiştir:

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) buyurdu ki:

«Biz Ehl-i Beyt; nübüvvet ağacı, risâletin konulduğu yer, meleklerin uğrak makamı, rahmet evi ve ilim madeniyiz.»

3-(585) ...el-Haşşab şöyle rivayet etmiştir:

Ashabımızdan bazıları Hayseme'nin şöyle dediğini anlattılar: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bana dedi ki:

«Ey Heyseme! Biz nübüvvet ağacı, rahmet evi, hikmetin anahtarları, ilim ma­deni, risâletin konulduğu yer, meleklerin uğrak mekânı ve Allah'ın sırrının makamı­yız. Bizler, Allah'ın kulları arasındaki emanetleriyiz. Biz, Allah'ın en büyük haremi­yiz. Biz, Allah'ın zimmetiyiz. Biz, Allah'ın ahdiyiz. Kim bizim ahdimize vefa göste­rirse, Allah'ın ahdine vefa göstermiş olur. Kim de bizim ahdimizi bozarsa, kuşkusuz Allah'ın zimmetini ve ahdini bozmuş olur.»

32) İMAMLAR İLMİN VARİSLERİDİR. İLİM MİRASINI BİRBİRLERİNE DEVREDERLER BABI

1-(586) ...Muhammed b. Müslim, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ali (aleyhisselâm) âlim idi. İlim, miras kalır. Bir âlim öldüğü zaman mutlaka ondan sonra onun ilmini bilen veya Allah'ın dilediğim bilen biri geride kalır.»

2-(587) ...Zurare ve Fudayl, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«İlim Âdem (aleyhisselâm)’la birlikte yeryüzüne indi ve bir da­ha ortadan kalkmadı. İlim miras olarak kalır. Ali (aleyhisselâm), bu ümmetin âlimiy­di. Biz Ehl-i Beyt'ten bir âlim öldüğü zaman, mutlaka onun yerine ailesinden ilmini bilen veya Allah'ın dilediğini bilen biri geçer.»

3-(588) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) dedi ki:

«Hiç kuşkusuz ilim, miras olarak kalır. Bir âlim öldüğü zaman, mutlaka bil­diklerini veya Allah'ın dilediği başka şeyleri bilen bir âlim geride kalır.»

4-(589) ...Fudayl b. Yesar şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Ali (aleyhisselâm)da bin peygamberin sünneti bulunuyordu.»[54]

Âdem ile birlikte yeryüzüne indirilen ilim ortadan kaldırılmamıştır. Bir âlim öldüğü zaman, onun ilmi de yok olmaz. İlim kuşaktan kuşağa miras kalır.»

5-(590) ...Ömer b. Eban şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Âdem'le birlikte yeryüzüne indirilen ilim ortadan kalkmamıştır. Bir âlim ölünce onun ilmi de yok olmaz.»

6-(591) ...Ali b. Numan, merlü olarak Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«İnsanlar, şurada gürül gürül akan büyük bir nehir du­rurken, herhangi bir yerdeki ıslaklığı emerek susuzluklarını gidermeye çalışıyorlar.»

İmam'a: "Gürül gürül akan büyük nehir nedir?" diye soruldu.

Buyurdu ki: Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) ve Allah'ın ona bağışladığı ilimdir. Allah, Muhammed'in şahsında, Âdem'den, son peygamber Muhammed'e ka­dar gelen tüm peygamberlerin sünnetlerini toplamıştır.»

Orada hazır bulunanlar dediler ki: Bu sünnetler nelerdir?

Buyurdu ki: «Peygamberlerin sahip oldukları bütün bilgilerdir. Resûlullah (sal­lallahu aleyhi ve âlihi), bunların tümünü Emir'ül-müminin (aleyhisselâm)'a aktarmıştır.»

Bu sırada bir adam sordu: Ey Resûlullah'ın oğlu! Emir'ül-Mü'minin mi daha bilgilidir yoksa bazı nebiler mi?

Ebu Cafer (aleyhisselâm) buyurdu: «Bakın ne söylüyor! Allah, dilediği kimse­lerin kulaklarını açar. Ben ona diyorum ki: Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) 'nin şahsında bütün peygamberlerin ilmini toplamıştır ve o da bu ilmin tümünü Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)'a aktarmıştır, o da bana soruyor:

"Ali mi daha bilgilidir yoksa bazı nebiler mi?"»

7-(592) ...Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) buyurdu ki:

«İlim, miras olarak kalır. Bir âlim öldüğü zaman, mutlaka geride bildiklerini veya Allah'ın dilediği başka şeyleri bilen birini bırakır.»

8-(593) ...Haris b. Muğire şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Âdem (aleyhisselâm) ile indirilen ilim, ortadan kaldırılmamıştır. Bir âlim öl­düğü zaman, mutlaka onun ilmi miras olarak kalır. Yeryüzü ilimsiz kalmaz.»

33) İMAMLAR, NEBİNİN VE BÜTÜN NEBİLERİN VE KENDİLERİNDEN ÖNCEKİ VASİLERİN İLİMLERİNİ MİRAS OLARAK DEVRALMIŞLARDIR BABI

1-(594) ...Abdullah b. Cündeb şöyle rivayet etmiştir:

İmam Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm) bana şöyle bir yazı gönderdi:

«İmdi. Şüphesiz Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi), Allah'ın kulları arasındaki güvenilir elçisiydi. Resûlullah vefat edince, biz Ehl-i Beyt onun mirasçıları ol­duk. Biz, Allah'ın arzındaki eminleriyiz. Biz belâların ve ölümlerin ilmine sahibiz.

Arapların neseplerini ve İslâm'ın doğuşunu biliriz. Biz bir adama baktığımız zaman, onun gerçek mü'min mi yoksa münafık mı olduğunu anlarız.

Bizim Şiîlerimizin ve babalarının isimleri yazılmıştır. Allah, bizden ve onlar­dan misak almıştır. Bizim geldiğimiz yere onlar da gelirler. Bizim girdiğimiz yere onlar da girerler (Havz-u Kevser 'in yanına biz inersek, onlar da inerler.) Bizden ve onlar­dan başka kimse, gerçek İslâm milleti üzere değildir.

Biz, seçkinler ve kurtulmuşlarız. Biz, peygamberlerin izleyicileriyiz. Biz, vâ­silerin çocuklarıyız. Biz, Allah'ın kitabında özellik sahipleri olarak zikrediliriz. Biz, insanlar içinde Allah'ın kitabına en yakın olan kimseleriz. Biz, insanlar içinde Resû-lullah'a en yakın kimseleriz.

Allah Azze ve Celle, dinini bizim için yasalaştırmıştır ve kitabında şöyle bu­yurmuştur: "Sizin için yasalaştırdı (ya Âl-i Muhammed) dinden Nuh 'a tavsiye ettiğini (Nuh'a tavsiye ettiğini bizede tavsiye etmiştir.) Sana (ya Muhammed) vahyettiğimizi, ibrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi (Allah bize bilmemiz gereken şeyleri bildirmiş ve bizi ulû'1-azm resullere varis kılmıştır.) Dini ayakta tutun (ya Âl-i Muham­med) Dinde ayrılığa düşmeyin (bir cemaat üzere olun) müşriklere[55] ağır geldi (Ali'nin velayetine başkalarını ortak edenlere) kendilerini çağırdığın bu din (Ali'nin velayeti) Muhakkak Allah (ya Muhammed) kendisine yöneleni doğru yola iletir." (Şura, 13) (Ali'nin velayeti hususunda senin çağrına icabet edenleri hidâyete erdirir.)»

2-(595) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah buyurdu ki: «Yeryüzündeki ilk vâsi, Âdem'in oğlu Hibetullah'dır. Gelip geçmiş hiçbir peygamber yoktur ki, onun bir vâsisi olma­sın. Peygamberlerin tamamı yüz yirmi bin kişidir. Bunlardan beş tanesi çığır açıcı (Ulu'l-azm)'dır. Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (selâm üzerlerine olsun).

Ali b. Ebu Tâlib, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) için Hibetullah konu­mundadır. Ali, vâsilerin ilmini ve kendisinden öncekilerin ilmini miras almıştır.

Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) ise kendisinden önceki nebi ve resullerin ilmini miras almıştır. Arşın sütununda şu yazı vardır: "Hamza, Allah'ın ve Resûlü'nün arslanıdır ve şehidlerin efendisidir." Arşın şerefesinde ise şu yazı vardır: "Ali, mü'minlerin emiridir." İşte bizim hakkımızı inkâr edenlere, mirasımızı reddedenlere karşı kanıtımız budur. Bu gerçeği söylememize ne engel olabilir? Ölüm karşımızda­dır. Bundan daha kesin ve tartışılmaz bir kanıt olabilir mi?»

3-(596) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Süleyman, Davud'a varis ol­du. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) de Süleyman'a varis oldu. Biz de Muhammed'e varis olduk. Biz, Tevrat'ın, İncil'in ve Zebur'un bilgisine sahibiz. Levhalarda (Musa'ya verilen) bulunan hususların açıklaması bizim yanımızdadır.»

Dedim ki: İlim bu mudur?

Dedi ki: «İlim bu değildir. İlim, günbegün, saat besaat meydana gelen şeydir.»

4-(597) ...Durays el-Kunasî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında bulunduğum bir sırada, Ebu Basir de oradaydı. Ebu Abdullah dedi ki: «Davud, peygamberlerin ilmine vâris olmuştu. Süleyman da Davud'a (aleyhimusselâm) vâris oldu. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) de Süleyman'a vâris oldu. Biz Ehl-i Beyt de Muhammed'in vârisleri­yiz. İbrahim'in suhufları ve Musa'nın (aleyhimusselâm) levhaları bizim yanımızdadır.»

Ebu Basir dedi ki: İlim, budur her halde.

İmam buyurdu ki: «Ey Ebu Muhammed! İlim bu değildir. İlim, gece ve gün­düz, günbegün, saatbesaat meydana gelen şeydir.»

5-(598) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bana dedi ki:

«Ey Ebu Muhammedi Allah Azze ve Celle'nin, önceki nebilere verip de Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye vermediği bir şey yoktur. Bütün peygamberlere verdiklerinin tamamını ona vermiştir. Allah'ın, "İbrahim 'in ve Musa 'nın suhufları..." (A'lâ, 19) âyetinde sözünü ettiği suhuflar bizim yanımızdadır.

Dedim ki: Sana kurban olayım! Musa'ya verilen levhaları mı kastediyorsun?

- «Evet.» dedi.

6-(599) ...Abdullah b. Sinan, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöy­le rivayet etmiştir:

Sinan, Ebu Abdullah'a "Biz zikirden sonra Zebur'da yazdık ki..." (Enbiya, 105) âyetinde geçen zikrin ve Zebur'un ne anlama geldiğini sorar.

İmam ona şu karşılığı verir: «Zikir, Allah katındadır. Zebur ise Davud (aleyhisselâm)’a indirilen kitaptır. İnen bütün kitaplar, ilim ehlinin yanındadır. İlim ehli, biziz.»

7-(600) ...İbrahim babasından şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan Evvel (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’a dedim ki: Sana kurban olayım! Acaba Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi), bütün nebilere mirasçı oldu mu?

- «Evet.» dedi.

Dedim ki: Âdem (aleyhisselâm)'dan kendisine kadar gelen bütün nebilere mi?

Buyurdu ki: «Allah'ın gönderdiği hiç bir nebi yoktur ki, Muhammed (sallalla­hu aleyhi ve âlihi) ondan daha bilgili olmasın.»

Dedim ki: Meryem oğlu İsa, Allah'ın izniyle ölüleri diriltiyordu.

Buyurdu ki: «Doğru söylüyorsun. Davud oğlu Süleyman da kuşların dilini bi­lirdi. Resûlullah, bu özelliklerin tümüne sahip olacak yetenekteydi. Davud oğlu Sü­leyman, "Hüdhüd" adlı kuşu göremeyip ondan kuşkulanınca dedi ki: "Hüdhüd'ü ni­çin göremiyorum. Yoksa o, kayıp mı oldu?" (Neml, 20) Onu göremeyip öfkelendiği zaman da şöyle dedi: "Onu mutlaka ağır bir cezaya çarptıracağım veya onu mutlaka boğazlayacağım ya da o, bana apaçık bir kanıt getirecektir." (Neml, 21)

Süleyman peygamber öfkelenmişti; çünkü Hüdhüd adlı kuş, ona suyun bulun­duğu yeri gösterirdi. O, bir kuştu ve Süleyman (aleyhisselâm)’a verilmeyen bir özelli­ğe sahipti. Rüzgâr, karınca, insan, cin, şeytanlar ve bütün serkeşler onun emrine itaat ederlerdi. Fakat o, havanın altında suyun yerini bilmiyordu. Bir kuş bunu biliyordu. Allah, kitabında şöyle buyurmuştur: "Eğer bu, onunla dağların yürütüldüğü veya ye­rin yarıldığı ya da ölülerin konuşturulduğu bir Kur'ân olsaydı." (Ra'd, 31) İşte biz Eh-1-i Beyt, dağların yürütüldüğü, ülkelerin ayrıldığı ve ölülerin diriltildiği Kur'ân'a mi­rasçı kılınmışız. Biz, havanın altındaki suyun yerini biliriz. Allah'ın kitabında öyle âyetler vardır ki, Allah onlarla bir şey istememiştir; ancak Allah'ın izin verdikleri baş­ka. Ayrıca Allah, geçmiş peygamberler için yazdıklarını bizim için Kur'ân da bildir­miştir. Allah şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta olmasın." (Neml, 75)

Bir âyette de şöyle buyurmuştur: "Sonra kullarımızdan seçtiklerimizi kitaba mirasçı kıldık." (Fâtır, 32) İşte Allah'ın seçtikleri biziz. Biz, içinde her şeyin açıkla­ması bulunan kitabın mirasçılarıyız.»

34) ALLAH AZZE VE CELLE'NİN KATINDAN İNEN BÜTÜN KİTAPLAR İMAMLARIN YANINDADIR VE DİLLERİNİN FARKLI OLMASINA RAĞMEN BU KİTAPLARI BİLİRLER BABI

1-(601) ...Hişam b. Hakem, Bureyh ile birlikte İmam Sadık (aleyhisselâm)'ın yanına gelirken Ebu'l-Hasan Musa b. Cafer (aleyhisselâm) ile karşılaştıklarını ve Hişam'ın ona hikâyeyi anlattığını, bitirince Ebu'l-Hasan'ın Bureyh'e şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

«Ey Bureyh! Kitabınla ilgili bilgin nasıldır?»

Bureyh dedi ki: Ben kitabımı biliyorum.

Sonra şöyle dedi: «Onun te'vilini bildiğine ne kadar güveniyorsun?»

Dedi ki: Kitabımla ilgili te'villerime güveniyorum.

Bunun üzerine Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm) İncil'den bölümler okumaya başladı.

Bureyh dedi ki: Elli seneden beri seni veya senin gibi birini arıyordum.

Bureyh iman etti ve güzel bir mü'min olarak oradan ayrıldı. Onun yanındaki kadın da iman etti. Daha sonra Hişam, Bureyh ve kadın, Ebu Abdullah'ın yanına gel­diler. Hişam, Ebul-Hasan Musa ile Bureyh arasında geçen konuşmayı anlattı.

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) dedi ki: «Birbirinden gelme bir nesil. Allah işiten ve bilendir. (Âl-i İmran, 33)»

Bureyh dedi ki: Tevrat'ı, İncil'i ve diğer peygamberlere indirilen kitapları ne­reden biliyorsunuz?

Dedi ki: «Bu kitaplar, onlardan bize miras kalmıştır. Onların okudukları gibi okuruz ve onların söyledikleri gibi söyleriz. Allah, kendisine sorulan bir soruya, "bilmiyorum" diye cevap veren birini arzında hüccet yapmaz.»

2-(602) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın evinin kapısına geldik ve giriş için ondan izin almak istiyorduk. Bu sırada onun, Arapça'nın dışında bir dille konuştuğu­nu duyduk. Bu dilin Süryanice olduğunu tahmin ettik.

Sonra İmam ağladı, biz de onun ağlaması üzerine ağlamaya başladık. Sonra hizmetçi yanımıza geldi ve giriş için bize izin verdi. İmamın yanına vardığımızda dedim ki: "Allah seni salih kılsın. Senin yanına geldik ve senden giriş için izin iste­mek üzereyken içeriden senin Arapçanın dışında bir dille konuştuğunu duyduk. Bu dilin Süryanice olduğunu tahmin ettik. Sonra ağladın, biz de ağlamaya başladık."

Buyurdu ki: «Evet, İlyas Nebi'yi andım. İsrailoğulları peygamberleri içinde en çok ibadet edenlerden biriydi. Ben de onun secde ederken söylediklerini tekrarladım»

Sonra İmam secdede söylediklerini Süryanice sürdürmeye başladı. Allah'a ye­min ederim ki, Süryanice'yi bu kadar fasih konuşan bir keşiş veya piskopos görme­miştim. Sonra İmam söylediklerini bizim için Arapça'ya çevirdi ve dedi ki:

İlyas peygamber secde ederken şunları söylerdi:

"İlâhi! Kavurucu güneşin altındaki günlerde senin için susuz kaldığım halde bana azab mı edeceksin? Senin için yüzümü toprağa sürdüğüm halde bana azab mı edeceksin? Senin için günahlardan kaçındığım halde bana azab mı edeceksin? Gece­ler boyunca senin için uyanık kaldığım halde bana azab mı edeceksin?"

Allah, ona vahyetti ki: "Kaldır başını, ben sana azab etmeyeceğim." İlyas pey­gamber dedi ki: "Sana azab etmeyeceğim dediğin halde, sonra bana azab edersen ne olacak? Neticede ben senin kulun ve sen de benim Rabbim değil misin?"

Allah ona şöyle vahyetti: "Başını kaldır. Ben sana azab etmeyeceğim. Çünkü ben bir söz verdim mi sözümü tutarım."»

35) KUR'ÂN'IN TÜMÜNÜ VAHYEDİLDİĞİ ŞEKLİYLE ANCAK İMAMLAR TOPLAMIŞLARDIR[56] VE ONLAR KUR'ÂN İLE İLGİLİ HER ŞEYİ BİLİRLER BABI

l-(603) ...Cabir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'ın şöyle dediğini duydum: «Kur'ân-ı Allah'u Teâlâ tarafından indirildiği (tertible) şekliyle topladığını iddia eden kimse, mutlaka yalancıdır. Kur'ân-ı, Allah tarafından indirilen tertiple, sadece Ali b. Ebu Tâlib ve ondan sonra gelen Ehl-i Beyt imamları toplamışlar ve öylece hıfzetmişlerdir.»

2-(604) ...Cabir Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini ri­vayet etmiştir:

«Vâsilerden başka hiç kimse, Kur'ân'ın tüm zahirî ve bâtınî[57] anlamını bildiğini, bütün Kur'ân ilimlerine sahip olduğunu iddia edemez.»

3-(605) ...Seleme b. Muhriz şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Bize verilen ilimler arasında, Kur'ân'ın tefsiri ve hükümleri ile zaman ve olayların değişmesine ilişkin ilim yer alır. Allah, bir topluluğa hayır dilerse, onlara işittirir. Dinlemeyenlere işittirse bile, onlar hiç dinlememişler gibi gerisin geri dönüp yüz çevirirler.» Sonra İmam bir süre sustu, ardından şöyle dedi:

«Eğer sır tutan veya güvenebileceğimiz kimseleri görürsek, mutlaka onlara bu bilgileri söyleriz. "Yardım, Allah'tan dilenir... "(Yusuf, 18)»

4-(606) ...Abdu'l-A'lâ şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadıkaleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın kitabını başından sonuna kadar avucumun içindeymiş gibi bilirim. Onda, göklerin, yerin, olmuşların ve olacakların haber­leri vardır. Allah Azze ve Celle buyurmuştur ki: Onda her şeyin açıklaması vardır.»

5-(607) ...Abdurrahman b. Kesir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«"Kitaptan bir ilmi olan kimse: Ben dedi, gözünü açıp kapama­dan onu getiririm sana..." (Neml, 40)» Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bu âye­ti okuduktan sonra parmaklarını açarak elini göğsünün üzerine koydu ve buyurdu ki:

«Allah'a yemin ederim ki, bizim yanımızda kitabın ilminin tamamı vardır.»

6-(608) ...Bureyd b. Muaviye şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Ba­kır aleyhisselâm)a dedim ki: "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve ya­nında kitabın ilmi olun yeter." (Ra'd, 43) âyetinin anlamını sordum.

Buyurdu ki: «Burada biz Ehl-i Beyt imamları kastedilmişiz. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi)'den sonra Ali, bizim en üstünümüz ve en hayırlımızdır.»[58]

36) ALLAH'IN İMAMLARA İSMİ ÂZAMINDAN BAĞIŞLADIĞI MİKTAR BABI

l-(609) ...Muhammed b. Fudayl, Cabir'in şöyle dediğini anlattı:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) buyurdu ki:

«Allah'ın "ism-i âzam"ı yetmiş üç harften oluşur Asef adlı ifrite bundan bir harf verilmişti, o bu harfi söyleyince, kendisiyle Sebe kraliçesi Belkıs'ın tahtı arasın­da bulunan yeri bir anda deldi. Açılan delikten elini uzatarak tahtı alıp geldi. Sonra yer, eski haline döndü. Bu olay, bir göz açıp kapama anından daha kısa bir sürede oldu. Biz Ehl-i Beyt'in yanında ise ism-i âzamın yetmiş iki harfi vardır. Son bir harf ise Allah katındadır. Onu, katındaki gaybi bilgiler için kendinde tutmuştur. Ulu, aza­met sahibi Allah'tan başka güç ve kudret sahibi yoktur.»[59]

   2-(610) ...Harun b. Cehm, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın ashabın­dan (arkadaşlarından) adını unuttuğu birinden şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Meryem oğlu İsa (aleyhisselâm)a İsm-i azamdan iki harf verilmişti ve o bu harflerle hareket ediyordu. Musa'ya dört harf, İbrahim'e sekiz harf, Nuh'a on beş harf, Âdem'e de yirmi beş harf verilmişti. Allah bu harflerin tümünü Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'de topla­dı. İsm-i âzam, yetmiş üç harften oluşur. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye yetmiş iki harf verilmiştir. Bundan bir harf ise ona gösterilmemiştir.»

3-(611) ...Ali b. Muhammed en-Nevfelî, Ebu'l-Hasan el-Askeri (Ali b. Muham­med aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah'ın ism-i âzam’ı, yetmiş üç harften oluşur. Asef adlı ifritin yanında bir tek harf vardı. O harfi söyleyince, onunla Sebe ülkesi arasındaki yer deliniverdi. Açılan delikten Kraliçe Belkıs'ın tahtını alıp Süleyman'a getirdi. Sonra yer tekrar es­ki haline geldi. Bu olay, bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir sürede gerçekleşti. Bizim yanımızda ise ism-i âzamın yetmiş iki harfi vardır. Bir harf de Allah katında­dır. Bu harfi gayb ilmiyle ilgili olarak kendine has kılmıştır.»

37) İMAMLARIN YANINDAKİ PEYGAMBERLERDEN KALMA ÂYETLER BABI

l-(612) ...Muhammed b. Feyz, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Aslında Musa'nın asası Âdem’indi. Sonra Şuayb'ın eline geç­ti. Ardından İmranoğlu Musa'ya (aleyhimusselâm) geçti.

O bizim yanımızdadır. Kısa bir süre önce bendeydi. O, ağaçtan yeni kesilmiş gibi yeşildir. Ondan bir şey sorulduğu zaman konuşur. Bizden kâim olacak İmam (Mehdi aleyhisselâm) için hazırlanmıştır. Onunla Musa'nın yaptığı işleri yapar. O kor­ku verir ve büyüyle uydurulan şeyleri yutar. Kendisine emredileni yerine getirir. Ne­reye yönelirse, uydurulan şeyleri yutar. Onun için iki şube açılır. Biri yerde, biri de tavandadır. Bu iki şube arası kırk ziradır. Büyü ile ortaya atılan şeyleri diliyle yutar.»

2-(613) ...Ebu Hamza es-Sumalî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Musa (aleyhisselâm)’ın levhaları bizim yanımızdadır. Musa'nın asası bizim yanımızdadır. Biz, nebilerin mirasçılarıyız.»

3-(614) ...Ebu Said el-Horasanî, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

«Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) dedi ki: «Kâim İmam (aleyhisselâm) Mekke'den kalkıp Kûfe'ye yönelmek istediğinde onun adına biri şöyle seslenir: "Haberiniz olsun! Hiç kimse yanına yiyecek ve içecek almasın!"

Kâim İmam (Mehdi accelallahu ferecehu), bir deve yükü ağırlığındaki İmran oğ­lu Musa'nın taşını yanında taşır. Bir yerde konakladığı zaman, bu taştan bir pınar fış­kırır. Aç olanlar bunu içerek doyarlar, susuz olanlar susuzluklarını giderirler. Küfe sırtlarındaki Necef e varıncaya kadar azıkları bu olur.»

4-(615) ...Ebu Basir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Bir gece Emir'ül-Mü'minin (Ali aleyhisselâm) yatsı namazını kıldıktan sonra dışarı çıktı ve bir yandan da göğsünden hırıltılar çıkararak mırıldanır şekilde konuşuyordu: «Gece kapkaranlıktır. İmam üzerinize çıkagelmiştir. Üzerinde Âdem­'in gömleği, elinde Süleyman'ın mührü ve Musa'nın (aleyhimusselâm) asası vardır.»

5-(616) ...Mufaddal b. Ömer şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Yusuf (aleyhisselâm)’ın gömleğinin ne olduğunu biliyor musun?»

- "Hayır" dedim.

Buyurdu ki: «İbrahim (aleyhisselâm)ı yakmak için ateş hazırlandığı zaman, Cebrail ona cennet elbiselerinden bir elbise getirdi ve bu elbiseyi ona giydirdi. Bu elbiseyi giydikten sonra, ne sıcak ne de soğuk ona zarar vermezdi. İbrahim vefat edeceği zaman, bu giysiyi bir muskanın içine koydu ve İshak'ın boynuna taktı. İshak da onu Yakub'un boynuna taktı. Yusuf doğunca bu muskayı ona taktı. Bu muska Yusuf’un pazusuna bağlıydı. Ta başından bir takım olaylar geçinceye kadar. Yusuf Mısır'dayken gömleği muskanın içinden çıkarınca, Yakub gömleğin kokusunu aldı. "Bana bunamış demezseniz, ben mutlaka Yusuf’un kokusunu alıyorum." (Yusuf, 94) İşte bu cennetten indirilen gömlektir.»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Bu gömlek daha sonra kimin eline geçti.

Buyurdu ki: «Ehlinin eline geçti.»

Sonra şöyle dedi: «Nebilerin miras olarak bıraktıkları ilim veya başka şeyler sonunda Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin Ehl-i Beyt'inin eline geçmiştir.»

38) PEYGAMBERİMİZDEN KALAN VE İMAMLARIN YANINDA BULU­NAN SİLAH VE EŞYALAR BABI

l-(617) ...Said es-Semman şöyle rivayet etmiştir:

Bir ara Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanında bulunuyordum. O sırada Zeydiyye mezhebine mensup iki adam yanına geldiler ve dediler ki: "İtaat edilmesi farz olan imam, aranızda mı?"

Dedi ki: «Hayır, sizin kastettiğiniz imam aramızda değil.»

Dediler ki: Güvenilir kişiler bize haber verdiler ki, sen fetva veriyor, ikrar edi­yor ve ona inanıyormuşsun. Onların isimlerini de sana söyleyebiliriz. Onlar, falan ve falandırlar. Takva sahibi ve ibadetle vakitlerini geçiren kimselerdirler. Yalan söylemeyen insanlar olarak bilinirler.

Bunun üzerine Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) öfkelendi ve buyurdu ki: «Ben onlara böyle bir şeyi söylemelerine izin vermedim.»

Adamlar onun yüzünden öfkelendiğini anlayınca oradan çıkıp gittiler.

İmam bana dedi ki: «Sen bu iki adamı tanıyor musun?»

Dedim ki: Evet, onlar bizim pazarımızda faaliyet gösteren iki tüccardırlar ve Zeydiyye mezhebine mensupturlar. "Resûlullah (sallahu aleyhi ve âlihi)’nin kılıcının Abdullah b. el-Hasan'ın yanında olduğunu iddia ediyorlar."

Buyurdu ki: «Yalan söylüyorlar. Allah onlara lanet etsin. Allah'a yemin ede­rim ki, Abdullah b. Hasan ne iki gözüyle ne de bir gözüyle onu görmüş değildir. Ba­bası da onu görmedi. Onu Ali b. Hüseyin'in yanında görmüş olması başka. Eğer doğ­ru sözlü iseler söylesinler bakalım kılıcın kabzasında hangi işaret vardır? Keskin ta­rafında nasıl bir iz vardır? Hiç kuşkusuz benim yanıltıdadır Resûlullah'ın kılıcı. Be­nim yanımdadır Resûlullah'ın sancağı. Zırhı, tolgası ve miğferi de benim yanımdadır. Eğer doğru sözlü iseler söylesinler bakalım, Resûlullah'ın zırhının üzerinde han­gi işaret vardır. Resûlullah'ın muzaffer sancağı da bendedir. Musa'nın levhaları ve asası benim yanımdadır. Davud oğlu Süleyman'ın mührü bendedir. Musa (aleyhisselâm)’ın kurbanlarını adadığı leğen bendedir. Resûlullah'ın yanında olup savaş mey­danında Müslümanlarla müşrikler arasına koyduğu zaman, müşriklerin oklarının Müslümanlara ulaşmasına engel olan isim de bendedir. Benim yanımda meleklerin getirdiğinin benzeri vardır.

Bizim yanımızdaki "silah," İsrailoğullarının yanındaki "tabutun" işlevini gö­rür. İsrailoğullarından kimin evinin kapısında tabutun işareti olsaydı, bu peygamber­liğin ona verildiğinin belirtisi olurdu. Bizden de silah kimdeyse imamet de ona ve­rilmiştir. Babam, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin zırhını giydi ve zırhın eteği yere değip çizdi. Ben de zırhı giydim, aynı durum meydana geldi. Bizden Kâim olan İmam (accelallahu ferecehu), onu giydiğinde inşallah içini tamamen dolduracaktır.»

2-(618) ...Abdu'l-A'lâ b. A'yen şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin silahı benim yanımdadır. Kimse bu hususta benimle tartışamaz.» Ardından şöyle dedi: «Bu silah, zararlara karşı korun­muştur. İnsanların en kötüsünün eline düşse, o insan, en hayırlı insan oluverir.»

Sonra şöyle dedi: «Bu imamet makamı, gün gelecek insanların karşısında çe­ne eğdikleri birine[60] verilecektir. Allah'ın dilemesi gerçekleşince ortaya çıkar. O za­man insanlar derler ki: Bu olay nedir? Allah, onun tabilerinin başının üzerine rahmet ellerini kovar.»

3-(619) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin, eşyaları arasında bir kılıç, bir zırh, bir mızrak, bir eğer ve bir kır katır bırakmıştır. Bunların tümü Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)’a miras kalmıştır.»

4-(620) ...Fudayl b. Yesar, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

«Babam, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin bol gelen zırhını giydi, zırhın etekleri yerde süründü. Ben de giydim, bana da bol geldi.»

5-(621) ...Ahmed b. Ebu Abdullah, Ebu'l-Hasan er-Rıza (aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

İmam Rıza'ya Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Zülfıkar adlı kılıcının nereden geldiğini sordum.

Buyurdu ki: «Cebrail onu gökten indirdi. Onun süsü gümüştendi ve o, şimdi benim yanımdadır.»

6-(622) ...Muhammed b. Hakim, Ebu İbrahim (Musa b. Cafer aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Resûlullah'ın silahları, her türlü zarara karşı korunmuştur. Bunlar Allah'ın yarattığı mahlûkların en kötülerinin yanma konulsa, en iyileri oluve­rirler. Babam bana anlattı ki: Eşlerinden Sakefıyye ile gerdeğe girerken, silahlar için duvar yarılmış, duvarın içine yerleştirilen silahların üzerine de ev döşenmişti. Ger­dek gecesinin sabahında gözleri duvara ilişti. Duvarda silahların saklandığı yerde on beş çivinin izini fark etti. Bundan dolayı heyecanlandı ve eşine şöyle dedi: «Odadan çık. Çünkü bir ihtiyaçtan dolayı hizmetçilerin içeri gelmelerini isteyeceğim.»

Ardından duvarda silahların saklandıkları yerin üzerindeki örtüyü kaldırdı ve çivilerin her birinin kılıcın hizasına geldikten sonra yönlerinin değiştiğini ve kılıca kesinlikle bir zarar vermediklerini gördü.»

7-(623) ...Humran, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam'a, halk arasında Ümmü Seleme'ye mühürlü bir mektubun verildiğine ilişkin bir takım söylentilerin dolaştığını ve bunların doğru olup olmadığını sordum.

Buyurdu ki: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edince ilmi, silahı ve orada bulunan tüm eşyaları Ali (aleyhisselâm)’a miras kaldı. Bunlar daha sonra Hasan (aleyhisselâm)’a geçtiler. Onun ardından da Hüseyin (aleyhisselâm)’a geçtiler. Ele geçi­rileceğimizden korktuğumuz zaman, bu emanetleri Ümmü Seleme'ye emanet bırak­tık. Bundan sonra bunları Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) geri aldı.»

Dedim ki: Evet, daha sonra babana, sonra da sana mı geçti?

- «Evet.» dedi.

8-(624) ...Ömer b. Eban şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah, (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a insanların, "Ümmü Seleme'ye mühürlü bir mektubun verildiğine" ilişkin söylentilerin dolaştığını, bunun doğru olup olmadığını sordum.

Buyurdu ki: «Resûlullah vefat edince ilmi, silahı ve oradaki diğer eşyaları Ali'ye miras kaldı. Ondan sonra Hasan'a geçtiler, onun ardından da Hüseyin'e (aleyhimusselâm) geçtiler.»

Dedim ki: Sonra Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm)'a, onun ardından oğluna, ondan sonra da sana mı geçtiler?

-«Evet.» dedi.                                                                       

9-(625) ...Eban b. Osman Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat etmek üzereyken Abbas b. Abdulmuttalib'i ve Emir'ül-müminin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm)’ı çağırdı.

Abbas'a dedi ki: «Ey Muhammed'in amcası! Muhammed'in mirasını almayı, borçlarını ödemeyi ve sözlerini yerine getirmeyi kabul ediyor musun?»

Abbas dedi ki: Ya Resûlallah! Anam babam sana kurban olsun! Ben yaşlı bir adamım. Çoluk çocuğumun sayısı fazla, buna karşılık malım da azdır. Sense cömert­likte rüzgârla yarışırsın, senin vasiyetlerini yerine getirmeye kimin gücü yetebilir ki?

Resûlullah, bir süre başını öne eğerek düşündükten sonra şunları söyledi: «Ey Abbas! Muhammed'in mirasını almayı, borçlarını ödemeyi ve sözlerini yerine getir­meyi kabul ediyor musun?»

Dedi ki: Anam-babam sana kurban olsun! Yaşlı bir adamım. Çoluk çocuğu­mun sayısı fazla, buna karşılık malım da azdır. Sense cömertlikte rüzgârla yarışırsın.

Bunun üzerine Resûlullah buyurdu ki:

«Ben bu görevi, onu hakkıyla yerine getirecek birine vereceğim.»

Ardından dedi ki: «Ey Ali! Ey Muhammed'in kardeşi! Muhammed'in verdiği sözleri yerine getirmeyi, borçlarım ödemeyi ve mirasını almayı kabul ediyor musun?

Ali: «Evet, anam babam sana kurban olsun. Kârı da zararı da benimdir.»

İmam Ali der ki: «Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye baktım. Yüzüğünü parmağından çıkardı ve şöyle dedi: «Ben hayattayken bu yüzüğü tak.»

Yüzüğü parmağıma taktıktan sonra şöyle bir baktım. Peygamberin geride bı­raktığı tüm miras içinde sadece bu yüzüğü arzu ettim. Sonra peygamberimiz, «Ey Bilâl» diye seslendi. «Miğferimi, zırhımı, sancağımı, gömleğimi, Zülfikârı, sarığımı, hırkamı, kemerimi ve asayı getir.»

Ali der ki: Allah'a yemin ederim ki, o saate kadar o kemeri hiç görmemiştim. Bir parça eşya getirildi ki, parlaklığı gözleri kamaştırıyordu. Bir süre sonra cennet kemerlerinden olduğu anlaşıldı.»

Resûlullah buyurdu ki: «Ey Ali! Bunu bana Cebrail getirdi ve dedi ki: «Ey Muhammedi Bunu zırhın halkasına koy ve kemerin bağlandığı yerde kuşan.»

Sonra iki çift Arap nalınının getirilmesini istedi. Bunlardan biri dikişli, diğeri de dikişsizdi. Ve iki gömleğini istedi. Bunlardan biri üzerindeyken miraca çıkarıl­mıştı. Diğerini de Uhud savaşı sırasında giymişti. Üç külahını da istedi. Biri yolcu­luk külahı, biri, iki bayramda giydiği külah, biri de cuma günleri giydiği külahtı. Bu külahı giyer ve ashabıyla birlikte otururdu.

Sonra şöyle dedi: «Ey Bilâl! İki katırı, yani boz katırla düldülü, Gadba ve Kasva adlı develeri, Cenah ve Hayzum adlı atları getir. -Cenah adlı at, mescidin ka­pısında bağlanırdı ve Resûlullah'ın ihtiyaçları için kullanılırdı. Resûlullah birini ihti­yaçları için görevlendirdiği zaman, o şahıs, bu ata biner ve sürerdi. Hayzum ise, pey­gamberin «Beri gel Hayzum.» dediği attı.- Bir de Ufeyr adı verilen eşeğin getirilme­sini istedi. Sonra şöyle dedi: «Bunları ben hayattayken al.»

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) der ki: «Bu hayvanlar içinde en önce ölen, bu Ufeyr adlı eşek oldu. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat ettiği zaman, Afir adlı eşek ipini kopardı ve Kuba'daki Hatme oğulları kuyusunun başına gelinceye kadar koştu ve kendini bu kuyuya attı. Burası onun kabri oldu.

Rivayet edilir ki, Emir'ül-müminin şöyle demiştir: Bu eşek dile geldi, peygam­berimizle konuştu ve dedi ki: "Babam, anam sana feda olsun. Babam bana anlattı, o babasından, o dedesinden, o da babasından duymuş ki, babası, Nuh (aleyhisselâm) ile birlikte gemideymiş. Nuh yerinden kalkmış, onun sağrısını sıvazlayarak şöyle demiş­tir: Bu eşeğin soyundan bir eşek gelecektir ki, peygamberlerin efendisi ve sonuncusu ona binecektir.Bana son peygamberin eşeği olmayı nasip eden Allah'a hamd olsun.[61] »

39) İSRAİLOĞULLARI ARASINDA TABUTUN İŞLEVİ NEYSE RESULULLAH’IN SİLAHININ İŞLEVİ DE ODUR BABI

l-(626) ...Said es-Semman şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâmfm şöyle dediğini duydum: «Bizdeki silahlar, İsrailoğullarının (içinde Tevrat’ı sakladıkları) tabutu gibidir. İsrailoğullarından hangi ailenin kapısında tabut ortaya çıksaydı, onlara peygamberlik verilirdi. Bizden de kime silahlar miras kalırsa, imamlık ona verilmiş olur.»

2-(627) ...Abdullah b. Ebu Yafur şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Bizdeki silahlar, Israiloğullarmdaki tabut gibidir. Tabutun sırası kime gelsey­di, krallığın sırası ona gelirdi. Bizde de silah kime gelirse ilim ona verilir.»

3-(628) ...Safvan, Ebu’l-Hasan er-Rıza (Ali b. Musa aleyhisselâm)dan şöyle ri­vayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) şöyle derdi: «Bizdeki silah­lar, Israiloğullarmdaki tabut gibidir. Tabutun sırası kime gelseydi, peygamberlik de ona verilirdi. Bizde silah kime verildiyse imamlık yetkisi de ona verilir.»

Dedim ki: Silah, ilimsiz birine de verilir mi?

- «Hayır.» dedi.

4-(629) ... İbn Ebu Nasr, Ebu'l-Hasan er-Rıza (Ali b. Ebu Musa aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) dedi ki:

«Bizdeki silahlar, Israiloğullarındaki tabut gibidir. Tabutun sırası kime gel­seydi, krallığın sırası ona gelirdi. Bizde de silah kime gelirse ilim ona verilir.»

40) SAHİFE, CİFR, CAMİA VE FÂTIMA'NIN MUSHAFI BABI

l-(630) ...Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına gittim ve ona dedim ki: "Sana kurban olayım! Sana bir soru sormak istiyorum, acaba burada sözlerimi işitecek başka biri var mıdır?"

Ebu Abdullah bulunduğu yerle evin başka bir bölmesini ayıran perdeyi kaldır­dı, oradan başını uzatıp baktıktan sonra şöyle dedi:

«Ey Ebu Muhammed! Ne istersen sor.»

Dedim ki: Sana kurban olayım! Senin Şiilerin, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin Ali (aleyhisselâm)'a bir ilim kapısını öğrettiğini ve bu kapının da ona bin kapı açtığını söyleyip duruyorlar, acaba bu söylenenler doğru mudur?

İmam şöyle buyurdu: «Ey Ebu Muhammed! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) bin kapı öğretti ve bunların her biri de bin kapı açar.»

Dedim ki: Allah'a yemin ederim ki, ilim budur.

İmam bir saat boyunca düşünceye dalarak yeri çiziktirdi.

Sonra şöyle dedi: «Evet, bu ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir.»

Ardından şunları ekledi: «Ey Ebu Muhammed! Camia (bütün ilimleri kapsayan) bizim yanımızdadır. Camia'nın ne olduğunu biliyorlar mı?»

Dedim ki: Sana kurban olayım! Camia nedir?

Buyurdu ki: «Bir sahifedir ki, uzunluğu Resûlullah'ın zirasıyla yetmiş zira[62] eder. Peygamberimiz yazdırmış, Ali de yazmıştır. Orada bütün helâller ve haramlar, insanların ihtiyaç duydukları her şey vardır. Hatta birini tırmalayıp yaralamanın ce­zası bile onda yazılıdır.»

Sonra İmam (aleyhisselâm), elini omzuma koydu ve dedi ki: «Bana izin verir misin ey Ebu Muhammed?»

Dedim ki: Sana kurban olayım! Kendimi size adamışım, dilediğinizi yapın.

Bunun üzerine İmam, beni çimdikledi ve ardından, «İşte bu çimdiğin cezası bile orada yazılıdır.» O sırada İmam bir parça öfkelenmiş görünüyordu.

Dedim ki: İlim budur.                                                                                

Buyurdu ki: «Bu, ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir.»

Sonra bir saat kadar sustu, ardından şöyle dedi: «Cifr ilmi bizim yanımızdadır. İnsanlar cifr ilminin ne olduğunu nereden bilecekler?»

Dedim ki: Cifr nedir?

Buyurdu ki: «Deriden bir kaptır ki, peygamberlerin, vâsilerin ve İsrailoğullarının geçmiş ulemasının ilimlerini kapsar.»

Dedim ki: Hiç kuşkusuz ilim budur.

Buyurdu ki: «Bu, ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir.»

Sonra bir saat kadar konuşmadı, ardından şöyle buyurdu: «Hiç kuşkusuz Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın "mushafı" da bizim yanımızdadır. Fâtıma'nın mushafının ne olduğunu nereden bilecekler?»

Dedim ki: Fâtıma'nın mushafı nedir?

Buyurdu ki: «Sizin şu Kur'ân'ınızın üç misli bilgi kapsayan bir mushaftır. Al­lah'a yemin ederim ki, sizin şu Kur'ân'ınızdan bir tek harf yer almaz o mushafta.»

Dedim ki: Allah'a yemin ederim ki, ilim budur.

Buyurdu ki: «Bu, ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir.»

Sonra bir saat kadar sustu, ardından şöyle buyurdu: «Bu güne kadar olanlara ve bundan sonra kıyamete kadar olacaklara ilişkin ilim, bizim yanımızdadır.»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Allah'a yemin ederim ki, ilim budur.

Buyurdu ki: «Bu, ilimdir; ama ilim sadece bundan ibaret değildir.»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Peki, ilim nedir?

Buyurdu ki: «İlim, gece ve gündüz, bir işten sonra meydana gelen bir başka işle ve bir şeyden sonra meydana gelen bir başka şeyle ilgili olarak ortaya çıkan şeye denir.»

2-(631) ...Hammad b. Osman şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Zındıklar yüz yirmi sekiz senesinde ortaya çıkacaklardır. Ben bunu Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın mushafında gördüm.» Dedim ki: Fâtıma'nın mushafı nedir?

Buyurdu ki: «Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat edince, Fâtıma, Allah Azze ve Celle'den başka hiç kimsenin bilmediği bir üzüntüye kapıldı. Allah, kederi­ni dindirip, teselli etmek ve onunla konuşmak üzere bir melek gönderdi. Fâtıma (se­lâmullahi aleyha) bu olayı Emir'ül-Mü'minin (aleyhisselâm)'a şikâyet etti.[63]

Emir'ül-Mü'minin (Ali b. Ebu Tâlib aleyhisselâm) dedi ki: «Meleğin geldiğini hissettiğin, sesini duyduğun zaman, bana haber ver.» Fâtıma meleğin gelişini Emirül-Müminin'e haber verdi, o da duyduklarının tü­münü yazdı. Sonunda bu sözlerden bir mushaf meydana geldi. Bu mushafta helâl ve harama ilişkin her hangi bir şey yoktu. Sadece ileride olacaklara ilişkin bilgiler vardı.

3-(632) …Hüseyin b. Ebu'1-A'lâ şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Bende beyaz "Cifr" vardır.»

Dedim ki: İçinde ne vardır?

Dedi ki: «İçinde Davud'un Zebur'u, Musa'nın Tevrat'ı, İsa'nın İncil'i, İbrahim'­in suhufu, helâl ve harama ilişkin bilgiler vardır. Ayrıca Fâtıma (selâmullahi aleyha)nın mushafı da vardır. Onda Kur'ân'dan her hangi bir şey olduğunu iddia etmiyorum. Onda insanların bizden öğrenme, ihtiyacını duydukları şeyler vardır. Bizimse bu hu­susta kimseye ihtiyacımız yoktur. Hatta bu mushafta bir kırbaç vurmanın veya yarım kırbaç vurmanın, aynı şekilde birini tırmalayıp yaralamanın bile cezası bildirilmek­tedir. Bende bir de "kırmızı Cifr" vardır.»

Dedim ki: Kırmızı Cifr'de neler vardır?

Buyurdu ki: «İçinde kılıç vardır. Bu Cifr, sadece kan dökmek için açılır. Kılıç sahibi (Mehdî aleyhisselâm), onu savaş için açar.»

Abdullah b. Ya'fur dedi ki: Allah seni salih kılsın Hasan (aleyhisselâm)’ın so­yundan gelenler bunu bilirler mi?

Buyurdu ki: «Evet, Allah'a yemin ederim ki, gecenin gece, gündüzün gündüz olduğunu bildikleri gibi onu bilirler. Fakat kıskançlık ve dünya nimetlerini elde etme hırsı, onları redde ve inkâra yöneltmiştir. Eğer hakkı, hak yöntemlerle talep etseler­di, bu onlar için daha hayırlı olurdu.»       

4-(633) ...Süleyman b. Halid, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöy­le rivayet etmiştir:

«Sözünü ettikleri Cifr'de onların[64] hoşuna gitmeyecek şeyler vardır Çünkü on­lar, gerçeği söylemiyorlar, oysa gerçek, o Cifr'dedir. Eğer doğru söylüyorlarsa Ali'­nin kararlarını ve mirasla ilgili hükümlerini çıkarsınlar ortaya. Onlara teyzelerin ve halaların mirasını da sorun. Fâtıma'nın mirasını ortaya çıkarsınlar bakalım. Onda Fâtıma'nm vasiyeti ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin silahı vardır. Nitekim Allah Azze ve Celle, bir âyette şöyle buyurmuştur: "Eğer doğru söyleyenlerden ise­niz bundan evvel bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa, onu bana getirin." (Ahkâf, 4)»

5-(634) ...Ebu Ubeyde şöyle rivayet etmiştir:

Ashabımızın bazısı, Ebu Abdul­lah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a Cifr'le ilgili bir soru sordu.

Buyurdu ki: «O, ilimle dolu öküz derisinden ibarettir.»

Adam dedi ki: Ya Camia nedir?                     

Buyurdu ki: «O, bir sahifedir. Uzunluğu yetmiş zira eni ise şişman bir deve­nin derisi kadardır. İnsanların ihtiyaç duydukları her şey onda vardır. Her hüküm on­dadır. Hatta birini tırmalayarak yaralamanın cezası bile yazılıdır.»

Adam dedi ki: Peki, Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın mushafı nedir?

İmam uzun süre sustu, sonra şöyle buyurdu: «Sizler, anlamak istediğiniz ve istemediğiniz her şeyden soruyorsunuz. Fâtıma, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'den sonra yetmiş beş gün hayatta kaldı. Bu sırada, babasını yitirmenin etkisiyle bü­yük bir üzüntüye gark oldu. Cebrail, ona geliyor ve babasının ölümünden dolayı ona teselli veriyor, gönlünü hoş ediyordu. Bu arada babasından ve mekânından bahsedi­yor, kendisinden sonra soyundan gelenlerin başından geçecek olayları haber veriyor­du. Ali (aleyhisselâm) bunları yazıyordu. İşte Fâtıma'nın mushafı budur.»

6-(635) ...Bekr b. Kerib es-Sayrafî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum:

«Bizim yanımızda öyle bilgiler vardır ki, onlardan dolayı insanlara hiçbir şe­kilde ihtiyacımız olmaz. Ama insanların bunları bilmeleri için bize ihtiyaçları vardır. Bizim yanımızda, Resûlullah'ın yazdırıp Ali'nin yazdığı bir kitap vardır. Bu, bir sa­hifedir ve onda, bütün helâller ve haramlar vardır. Sizler, bizim yanımıza bir işle il­gili olarak gelip sorumluluk aldığınız zaman, bunu yapıp yapmayacağınızı biliriz.»

7-(636) ...Fudayl b. Yesar, Bureyd b. Muaviye ve Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Abdulmelik b. A'yen, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)a dedi ki: "Zeydiyye mezhebinin ve Mu'tezile mezhebinin mensupları Muhammed b. Abdullah (Nefsu Zekiye)’nin etrafında dönüp duruyorlar. Onun bir yetkisi var mıdır?" Buyurdu ki: «Allah'a yemin ederim ki, benim yanımda iki kitap vardır. Bu iki kitapta bütün peygamberlerin, yeryüzüne egemen olacak bütün kralların adı yazılı­dır. Hayır, Allah'a yemin ederim ki, Muhammed b. Abdullah'ın adı bu kitapların hiç birinde yer almaz.»

8-(637) ...Fudayl b. Sukkere şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın yanına gittim, bana dedi ki: «Ey Fudayl, biliyor musun, az önce neyi mütalâa ediyordum?» - "Hayır" dedim.

Buyurdu ki: «Fâtıma (selâmullahi aleyha)’nın kitabına bakıyordum. Yeryüzüne egemen olacak hiçbir kral yoktur ki, onun adı bu kitapta yazılı olmasın. Bunların her birinin adı ve babasının adı yazılıdır. Hasan (aleyhisselâm)’ın soyundan gelen hiç kim­senin adına bunlar arasında rastlamadım.»[65]

41) KADİR SURESİ VE TEFSİRİ HAKKINDA BÂB

1-(638) ...Hasan b. Abbas b. Haris, Ebu Cafer Sani (Muhammed b. Ali el-Cevâd aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmiştir:

İmam Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) buyurdu ki:

«Babamın Kâbe’yi tavaf ettiği bir sırada, yüzü tülbentli bir adam, ansızın çıkageldi. Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra, İmam'ı Safa tepesinin yanındaki evine götürdü. Ardından beni de çağırdı, böylece üç kişi olduk.

Adam dedi ki: Hoş geldin ey Resûlullah'ın oğlu.

Sonra elini başımın üzerine koydu ve dedi ki: "Allah sana bereket versin, ey atalarından sonra Allah'ın emanetini üstlenecek olan kimse. Ey Ebu Cafer, dilersen sen bana anlat, dilersen ben sana anlatayım. İstersen sen bana sor, istersen ben sana sorayım. İstersen sen beni tasdik et, istersen ben seni tasdik edeyim."

Dedi ki: «Bunların hepsini de istiyorum.»

Sonra adam şöyle dedi: "Sakın bir soruya cevap verirken, dilinin söylediği, içinde benim için sakladığın düşünceden farklı olmasın."

Dedi ki: «Bunu ancak, kalbinde biri diğeriyle çelişen iki bilgi bulunan kimse yapar. Allah Azze ve Celle, içinde çelişkiler barındıran bilgilerden münezzehtir.»

Adam dedi ki: Ben de bunu soracaktım. Sen bir kısmını açıklamış oldun. İçin­de çelişki ve ihtilaf bulunmayan ilme kimin sahip olduğunu bana haber ver?

Babam dedi ki: «İlmin tamamı, Allah Celle zikruhu'nun katındadır. Kullar için kaçınılmaz olan bilgi ise vasilerin yanındadır.»

Babamın bu cevabı karşısında adam, yüzündeki tülbendi açtı, doğrularak otur­du ve çehresi sevinçle açıldı ve dedi ki: "İşte bu cevabı istiyordum ve bunun için bu­raya geldim. İçinde çelişki ve ihtilaf barındırmayan ilmin, vasilerin yanında olduğu­nu ileri sürdün. Peki, onlar bu bilgiye nasıl sahip olabiliyorlar?"

Babam dedi ki: «Resûlullah'ın öğrendiği gibi. Şu kadarı var ki, onlar Resûlul­lah'ın gördüğünü görmezler. Çünkü Resûlullah peygamberdi, onlar ise muhaddestirler. Resûlullah, Allah Azze ve Celle'ye giderdi,[66] vahyi işitirdi; ama onlar işitmezler.»

Adam dedi ki: Doğru söyledin ey Resûlullah'ın oğlu. Şimdi sana bundan daha zor bir soru soracağım. "Bu söylediğin ilim, niçin peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi) zamanında olduğu gibi her zaman açık değildir?"[67]

Babam güldü ve şöyle dedi: «Allah Azze ve Celle, iman hususunda denenme­miş kimselerin, ilmine muttali olmalarını istemez. Nitekim Resûlullah'ın kavminin eziyetlerine karşı sabretmesini, emir vermedikçe onlarla cihad etmemesini irade et­mişti. Resûlullah: "Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir." (Hicr, 94) Emrine muhatap olmadan önce neler gizlemek durumunda kalmadı ki. Al­lah'a yemin ederim ki, eğer bu emirden önce her şeyi açıkça söyleseydi, yine de gü­vende olacaktı; ama o, hep ümmetinin itaat etmesini gözetti ve muhalefet etmelerinden çekindi. Bu yüzden bazı şeyleri açıklamaktan kaçındı.

Bir yandan melekler, Davud hanedanının kılıçlarıyla göklerle yer arasında ölü kâfirlerin ruhlarına azap ederlerken ve henüz ölmemiş kâfirleri de onlara katar­larken, bu ümmetin Mehdî'sini görmeni isterdim.»

Adam bir kılıç çıkardı ve: "İşte bu da o kılıçlardan biridir." dedi.

Babam dedi ki: «Evet, Muhammed'i insanlar arasından seçip üstün kılan Al­lah'a yemin ederim ki, bu kılıç onlardandır.»

Adam tülbendini yeniden taktı ve şöyle dedi: Ben İlyas'ım, senin durumunla ilgili soru sormamın sebebi, bilmemen değildir. Sadece bu konuşmanın arkadaşların için bir güç kaynağı olmasını istedim. Ayrıca sana bir âyeti haber vereceğim ki, sen o âyeti bilirsin, eğer arkadaşların tartışmalarında bu âyeti kanıt olarak ileri sürerler­se, üstün gelirler.

Babam ona dedi ki: «İstersen ben sana bu âyeti haber vereyim.»

Adam: "İstiyorum" dedi.

Babam dedi ki: «Bizim Şiâ’mız, bize muhalif olanlara desinler ki: Allah Azze ve Celle peygamberine: "Biz onu Kadir gecesinde indirdik... "(Kadir, l) buyuruyor. Acaba Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), o gece öğrenmediği her hangi bir bilgi biliyor muydu veya Cebrail o gecenin dışında da ona gelmez miydi?[68] "Hayır" diyecekler.

O zaman onlara de ki: Acaba peygamberin bildiklerini gizlemesine, açıkla­mamasına imkân var mıydı? "Hayır" diyecekler.

Onlara de ki: Peki, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin insanlara açıkla­dığı Allah'ın bilgisinde her hangi bir çelişki var mı?

Eğer "hayır" derlerse, onlara de ki: Peki, bir kimse Allah'ın hükmüyle hük­mettiğini ileri sürerek, çelişkiler barındıran bir hükümde bulunursa, acaba Resûlullah'a muhalefet etmiş olmaz mı? "Evet" diyecekler. Çünkü hayır derlerse, başta söy­ledikleriyle çelişkiye düşmüş olurlar.

Bu sefer onlara: "Onun te'vilini Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başka kimse bilemez." (Âl-i İmran, 7) âyetini hatırlat. Eğer, "ilimde derinleşenler kimlerdir?" diye soracak olurlarsa, de ki: "Bilgisinde çelişki ve ihtilaf bulunmayan kimselerdir."

Eğer, "Kimdir o?" diye sorarlarsa, de ki: "Peygamber, bu bilgiye sahipti."

Ayrıca, onlara şu soruyu yönelt: "Acaba Peygamber, sahip olduğu bilgiyi teb­liğ etti mi, etmedi mi?"

"Eğer, tebliğ etti" derlerse, onlara de ki: "Peygamber vefat ettiği zaman, onun halifesi, çelişki ve ihtilaf barındırmayan bilgiye sahip miydi?"

"Hayır" derlerse, de ki: "Peygamberin halifesi (Peygamber gibi, Allah tarafın­dan) çelişmez bilgiyle desteklenmiştir. Peygamber'in yerine geçecek olan kimse, an­cak onun hükmüyle hükmeden veya onun gibi peygamber olan bir kimse olmalıdır. Eğer Peygamber, kendisinden sonra, bilgisine sahip olan bir halife tayin etmemişse, bu demektir ki, kendi döneminde yaşayan insanların sulbünden gelen kimselere yol göstericilik, rehberlik etme görevini yitirmiştir."

Eğer sana deseler ki, "Resûlullah'ın ilmi, Kur'ân'dan kaynaklanıyordu." O zaman onlara şu âyetleri hatırlat: "Ha. Mim. Apaçık kitaba andolsun ki, biz onu mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyız. O gecede... biz göndermekteyiz." (Duhan, 1-2-3)

Eğer sana: "Allah Azze ve Celle, ancak peygamberlere mesaj gönderir" dese­ler, onlara de ki: O gecede hükme bağlanan her hikmetli iş, melekler ve Cebrail ta­rafından bir gökten bir diğer göğe mi indirilir yoksa bir gökten yere mi indirilir? Eğer, bir gökten bir başka göğe indirilir deseler, bu doğru olmaz; çünkü gökte, Allah'a itaat etmekten vazgeçip günahkârlığa başlayacak bir canlı türü yoktur. Şayet, gökten yere indirilir deseler -ki yerde yaşayan insanlar, bütün varlıklar içinde böyle bir yol göstericiliğe en fazla muhtaç olanlardır- onlara de ki: "İnsanların, hükmüne başvu­racakları bir liderlerinin olmasından başka seçenekleri var mıdır?"

Eğer deseler ki: "Halife onlar için bir hakemdir." Onlara şu âyeti hatırlat: "Al­lah, iman edenlerin velîsidir, onları karanlıklardan nura çıkarır... orada ebediyyen kalırlar." (Bakara, 257)

Ömrüme andolsun ki, yerde ve gökte Allah Azze ve zikruhu'nun hiç bir velîsi yoktur ki, desteklenmiş olmasın. İlâhi desteğe mazhar olan bir kimse de kesinlikle hata etmez. Yeryüzünde Allah'a düşman olan hiç kimse yoktur ki, yardımcısız kal­masın. Kim de yardımcısız kalmışsa, o asla doğruyu bulamaz. Yeryüzünde yaşa­yanların aralarındaki meselelerin çözümünü doğru bir hükümle çözmek için gökten vahyin gelmesinin kaçınılmaz olması gibi, ilâhi hükmü uygulayacak bir velînin bu­lunması da kaçınılmazdır.

Eğer: "Biz bu velîyi tanımıyoruz." deseler.

Onlara de ki: "İstediğinizi söyleyin; fakat şunu bilin ki, Allah, Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den sonra kullarını hüccetsiz bırakacak değildir."

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) der ki: «İlyas (aleyhisselâm) durdu ve ardından şunları söyledi: "Ey Resûlullah'ın oğlu, burada açık olmayan bir husus var­dır. Eğer Allah'ın hücceti Kur'ân'dır, deseler, onlara ne cevap vermek gerekir?"

Buyurdu ki: «O zaman onlara şöyle derim: Kur'ân konuşmaz, sözlü olarak emir ve yasaklar yöneltmez. Fakat Kur'ân'ın ehli olan kimseler vardır, bunlar emreder ve yasaklarlar. Ve derim ki: Kimi zaman yeryüzünde yaşayanların karşılarına öyle musibetler çıkar ki, ne sünnette, ne üzerinde ihtilaf edilmeyen icmai hükümlerde ve ne de Kur'ân'da buna ilişkin bir açıklama yer almaz. Allah'ın ilmine yakışır mı ki, yeryüzünde böyle bir fitne baş göstersin; ama indirdiği hükümde buna ilişkin bir ce­vap bulunmasın ve yeryüzü ehli için bir çıkış yolu öngörmesin?»

Adam dedi ki: Bu noktada, siz hasmınıza üstünlük sağlamış olursunuz ey Re­sûlullah'ın oğlu. Şahitlik ederim ki Allah, insanların dünyada veya nefislerinde, din­le veya başka hususlarla ilgili bir takım musibetlerle karşılaşacaklarını biliyordu ve bu musibetlerden kurtulmak için Kur'ân-ı kanıt olarak indirmiştir.

Adam dedi ki: Ey Resûlullah'ın oğlu! Kur'ân'ın nasıl bir kanıt olduğunu bili­yor musun?

Ebu Cafer (aleyhisselâm) dedi ki: «Evet, Kur'an, ilâhî hükümleri ve hadleri bütünsel olarak içerir. Bunların açıklaması ise hâkimin (masum hüccetin) yanındadır.»

Adam dedi ki: "Yeryüzünde bir kulun dini veya canı ya da malı ile ilgili bir musibet ortaya çıkmasına karşın, Allah'ın arzında, bu hususla ilgili doğru çözümü ortaya koyacak bir hüccetin olmaması Allah'ın adaletine sığmaz."

Adam dedi ki: "Bu konuda da hüccet gerçeğini ileri sürmekle hasmınıza üs­tünlük sağladınız; ancak hasmınızın Allah'a iftira atarak: Allah Celle zikruhu'nun hücceti yoktur, demesi başka. "Şimdi sen bana: "Kaçırdığınız şeyden dolayı üzülmemeniz için..." (Hadîd, 23) âyetinin açıklamasını söyle."

İmam Bakır (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Bu, Ali (aleyhisselâm)'a özgü bir husu­sa işaret etmektedir. "Elinize geçenden dolayı sevinmeyin." (Hadîd, 23) ifadesi de Ebu Falan ve arkadaşları ile ilgilidir ki, biri önce ve diğeri de sonradır. "Kaçırdığınız şey­den dolayı üzülmemeniz için..." (Hadîd, 23) ifadesi, Ali'ye özgüdür.

"Elinize geçenden dolayı sevinmeyin." (Hadîd, 23) ifadesi de Resûlullah'dan sonra karşınıza çıkan fitneye işaret etmektedir.»

Adam dedi ki: "Şahitlik ederim ki siz, içinde ihtilaf barındırmayan hükmün sahibisiniz." Sonra kalktı ve gitti. Onu bir daha hiç görmedim.»

2-(639) Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediği rivayet edilir:

Bir ara babam oturmuştu ve yanında da bir grup insan vardı. Birden babam gülmeye başladı ve gülmekten gözleri yaşlarla doldu. Sonra dedi ki:

«Niçin güldüğümü biliyor musunuz?»

Orada bulunanlar: "Hayır." dediler.

Dedi ki: «İbn Abbas, "Onlar ki Rabbimiz Allah'tır dediler, sonra dosdoğru ha­reket ettiler." (Fussilet, 30) âyetinde işaret edilen kimselerden olduğunu iddia ediyor.

Ona dedim ki: Ey İbni Abbas! Sen melekleri gördün mü? Melekler, Dünya ve Ahirette senin dostun olduklarını söylediler mi? Korkudan ve üzüntüden yana gü­vende olmanı söylediler mi?

Dedi ki: Allah Tebareke ve Teâlâ: "Mü'minler ancak kardeştirler."(Hucurat, 10) buyurmuştur. Bu âyetin hükmünce yukarıdaki âyetin kapsamına ümmetin tümü girer.

Bunun üzerine güldüm ve dedim ki: «Doğru söylüyorsun, ey İbn Abbas! Seni Allah adına yemine veriyorum, söyler misin Allah'ın hükmünde ihtilaf, çelişki olur mu?»

- "Hayır, olmaz." dedi.                            

Dedim ki: «Bir adam, bir diğer adamın eline kılıçla vursa ve parmaklarını kesse, sonra kaçıp gitse, ardından bir diğer adam gelse, parmakları kesilen adamın elinin avuç kısmını kesse ve elin avucunu kesen adam sana getirilse, sen de bu adam hakkında bir hüküm vermek durumunda kalsan ne yaparsın?»

Dedi ki: Adamın elini kesene: "Avucunun diyetini öde" derim. Eli kesilene de: "Onunla bir bedel üzerine anlaş." derim ve onu iki adil kişinin yanına gönderirim."

Dedim ki: «Allah Azze zikruhu'nun hükmünde ihtilaf ortaya çıktı ve başta söylediklerinle çelişkiye düştün. Kulları arasında herhangi bir haddi öngörmesine karşın, bunun açıklamasının yeryüzünde bulunmaması, Allah Azze zikruhu'ya yaraş­maz. Eli kesenin elini kes, sonra parmaklarının diyetini geri ver. Allah'ın emirlerini indirdiği gecede (kadir gecesi) öngördüğü hüküm budur. Bunu, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'den duyduktan sonra inkâr ettiysen, Allah, seni cehenneme koyar.

Nitekim Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm) ile ilgili olarak duyduğun şeyi inkâr et­tiğin gün, Allah seni kör etti.»          

Dedi ki: Gözlerim, bundan dolayı mı kör oldu?                         

İmam buyurdu ki: «Sen nasıl biliyordun bunu?»

İbn Abbas dedi ki: Allah'a yemin ederim ki benim gözlerim, meleğin kanatla­rını çarpmasından dolayı kör oldu.

Bunun üzerine güldüm ve aklının iyice karışmış olmasından dolayı onu, o halde bıraktım. Sonra ertesi gün onunla karşılaştım ve dedim ki: «Ey İbni Abbas! Dünkü gibi hiç doğru konuşmamıştın. Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm) sana dedi ki:

«Her yıl, bir gece, Kadir gecesidir. O gece, senenin bütün işleriyle ilgili hü­kümler iner ve bu hükümlerin Resûlullah'dan sonra uygulayıcıları vardır.»

Sen dedin ki: Bu yetkililer kimlerdir?

Ali, sana şu karşılığı verdi: «Ben ve benim soyumdan gelen on bir imamdır. Onlar muhaddestirler.[69] »

Dedin ki: Ben Kadir gecesinde inen meleklerin, Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi)'den başkası için inmiş olacaklarına inanmıyorum."

Bunun üzerine Ali ile konuşan melek, cisim olarak sana göründü ve dedi ki: "Yalan söylüyorsun ey Abdullah, benim gözlerim, Ali'nin sana söylediğini bizzat gördü. Ali'nin gözleri onu görmedi; fakat kalbi özümsedi ve kulağı onun sesini algı­ladı. Sonra kanadıyla sana çarptı ve kör oldun.»

İbn Abbas dedi ki: Hangi hususlarda ihtilaf ediyorsak, onun hükmü Allah katındadır.

Ona dedim ki: «Allah hükümlerinden herhangi birinde iki ayrı emir verir mi?»[70]

- "Hayır." dedi.

Dedim ki: «İşte sen, bu yüzden helak oldun ve başkalarının da helak olmaları­na neden oldun.»

3-(640) Aynı rivayet zinciriyle Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Allah Azze ve Celle, Kadir gecesiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

"O gecede her muhkem iş ayrılır." (Duhan, 4) Allah, o gecede her muhkem em­rin indirildiğini haber veriyor. İki ayrı muhkem yoktur. Muhkem, bir tek şeydir. Kim, içinde ihtilaf bulunmayan bir bilgiyle hükmederse, onun hükmü Allah'ın hükmüdür. Kim de içinde ihtilaf ve çelişki barındıran bir hükümle hükmederse, bununla beraber kendini doğruyu bulmuş olarak görürse, tağutun hükmüyle hükmetmiş olur.

Çünkü her sene, Kadir gecesinde, o senenin meselelerinin çözümü, açıklaması, zamanın velîsine iner. O gecede İmam, kendisiyle ilgili meseleler hakkında bir ta­kım emirlere muhatap olur. İnsanların işleriyle ilgili olarak bazı emirler alır. Bu ge­cenin dışında da zamanın velîsiyle konuşulur. Allah Azze ve Celle'nin elverişli oldu­ğunu bildiği başka günlerde de özel, gizli ve olağanüstü emirleri zamanın imamına yöneltilir. Tıpkı Kadir gecesinde inen ayrıntılı hükümler gibi.»

Ardından İmam şu âyeti okudu: «"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizde arkasından yedi deniz katılarak mürekkep olsa, yine Allah 'ın sözleri yazmakla tüken­mez. Şüphe yok ki Allah, mutlak galip ve hikmet sahibidir." (Lokman, 27)»

4-(641) Aynı rivayet zinciriyle Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Ali b. Hüseyin (aleyhisselâm) şöyle derdi: "Biz onu Kadir gecesi indirdik." (Kadir, 1) Allah Azze ve Celle doğru söyledi. O, Kur'ân-ı Ka­dir gecesi indirdi. "Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin?" (Kadir, 2)

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) «bilmiyorum.» dedi.

Allah Azze ve Celle buyurdu ki: "Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır." (Kadir, 3) İçinde Kadir gecesi bulunmayan bin aydan. Resûlullah'a dedi ki: "Onun niçin bin ay­dan daha hayırlı olduğunu bilir misin?"

- «Hayır.» dedi.

Dedi ki: Çünkü: "O gecede Rabbinin izniyle melekler ve Ruh, her iş için iner dururlar." (Kadir, 4) Allah Azze ve Celle bir şeye izin verirse, ondan razıdır demek­tir. "O gece esenlik doludur. Ta fecrin doğuşuna kadar." (Kadir, 5)

Diyor ki: "Ey Muhammed, benim meleklerim ve Ruh'um, indikleri andan ta fecrin doğuşuna kadar, benim selamımla seni selamlıyorlar. Ayrıca Allah, kitabının başka bir yerinde şöyle buyurmuştur: "Sakının o fitneden ki, yalnız zulmedenlerinize gelip çatmaz." (Enfâl, 25) Bu âyet, Kadir gecesi hakkında haksızlık edenlere işaret et­mektedir. Kitabının bir diğer âyetinde ise şöyle buyurmuştur: "Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim böyle geri dönerse, Allah 'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükafâtlandıracaktır." (Âl-i İmran, 144) İlk âyette deniliyor ki, Muhammed öldüğü zaman, Allah Azze ve Celle'nin emrine karşı çıkanlar derler ki: "Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’yle birlikte Kadir gece­si de geçip gitmiştir. Bu, özellikle onlara isabet eden bir fitnedir. Bunu söylemekle topuklarının üzerine, gerisin geri dönmüş oldular. Çünkü eğer: "Kadir gecesi geçip gitmemiştir." deselerdi, o gece Allah Azze ve Celle'nin emirlerinin olması kaçınıl­maz olduğunu da kabul etmiş olacaklardı. Allah Azze ve Celle'nin emrinin olduğunu kabul etmeleri de, bu emirleri tebliğ etme ve uygulama yetkisine sahip bir emir sahi­binin de olmasının kaçınılmaz olduğunu kabul etmek durumunda kalacaklardı.»

5-(642) Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet edilmiştir:

Ali (aleyhisselâm) sık sık şöyle derdi: «Teymi kabilesinden olan zat ile Advi ka­bilesinden olan zat, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)'nin, yanında bir arada bu­lundukları sırada Peygamberimiz "Biz onu Kadir gecesinde indirdik..." (Kadir, 1) suresini derin bir huşu ve ağlamaklı gözlerle okurdu. Bu ikisi derlerdi ki: "Bu sureyi okuduğun zaman, duyguların ne çok inceliyor."

Resûlullah şöyle derdi: «Bunun nedeni, benim gözlerimin görüp kalbimin al­gıladığı ve benden sonra da şu adam (Ali)’nin kalbinin algılayacağı şeylerdir.»

Derlerdi ki: Sen ne gördün ve o ne algılayacak?

Peygamberimiz onlar için toprağa: "O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh, her iş için iner dururlar." (Kadir, 4) âyetini yazar, sonra şöyle derdi: «Allah Az­ze ve Celle'nin: "Her iş için..." sözünden sonra geriye bir şey kaldı mı?»

Onlar: "Hayır." derlerdi.

Resûlullah şöyle derdi: «Bu emirler, bu şekilde kime iner biliyor musunuz?»

- "Sana iner ya Resûlullah! "derlerdi.

Peygamberimiz: «Evet, derdi. Peki, Kadir gecesi benden sonra da olacak mı?»

- "Evet." derlerdi.

Peygamberimiz: «O gecede âyette sözü edilen emirler de inmeye devam ede­cekler mi?» diye sorar.          

Onlar da, "Evet." diye cevap verirlerdi.

Peygamberimiz: «Kime inmeye devam edecekler?» diye sorar.

Onlar: "Bilmiyoruz" şeklinde cevap verirlerdi.

Bunun üzerine peygamberimiz, benim başımı tutar ve şöyle derdi: «Eğer bil­miyorsanız, bundan böyle bilin. Bundan sonra Kadir gecesinde emirler bu zata in­meye devam edecektir.»

Bu iki adam, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’den sonra Kadir gecesini bi­lip tanımışlarsa, bunun sebebi, o geceden dolayı içlerine düşen büyük korkudur.»

6-(643) Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediği rivayet edil­miştir:

«Ey Şia topluluğu! Kadir süresiyle mezhebinizi savunun. Kesinlikle hasımla­rınıza üstünlük sağlamış olursunuz. Allah'a yemin ederim ki bu sure, Resûlullah'tan sonra Allah Tebareke ve Teâlâ’nın kulları üzerindeki bir kanıtıdır. Bu sure, dininizin serveridir. Bizim bilgimizin son sınırıdır.

Ey Şia topluluğu! "Ha. Mim. Apaçık kitaba andolsun. Biz onu mübarek bir ge­cede indirdik. Biz uyarıcıyızdır." (Duhan, 1,2,3) âyetleriyle hasımlarınıza karşı kendi­nizi savunun. Çünkü bu âyetler, özellikle peygamberimizden sonraki emir sahipleri­ne işaret etmektedir. Ey Şia topluluğu! Allah Tebareke ve Teâlâ: "Hiç bir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı olmasın." (Fâtır, 24) buyurmuştur.»

Orada hazır bulunanlar dediler ki: Ey Ebu Cafer! Ümmetin uyarıcısı Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’dir.

-  «Doğru söylediniz.» dedi. «O hayattayken, dünyanın birçok bölgesine ken­di adına uyarıcılar göndermezlik etti mi?»

Soruyu soran kişi: "Hayır." dedi.                             

Ebu Cafer (aleyhisselâm) dedi ki: «Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi), Allah Azze ve Celle tarafından gönderilmiş ve O'nun adına uyarıcılık yaptığı gibi, pey­gamberin gönderdiği uyarıcılar da peygamber adına uyarıda bulunmuyorlar mıydı?»

-"Evet." dedi.

İmam dedi ki: «Aynı şekilde Muhammed'in ölümünden sonra da onun adına uyan görevini yerine getirecek gönderilmiş elçileri vardır. Eğer, hayır desen, o za­man Resûlullah'ın ümmetinden kendisinin döneminde yaşayan insanların soyundan gelecek insanlara yönelik elçilik ve uyarıcılık niteliğini yitirmiş olur.»

Adam dedi ki: Kur'ân onlara yetmez mi?

-  «Yeter; ama onu tefsir edecek birini bulurlarsa.» dedi. Adam dedi ki: Peygamber Kur'ân-ı tefsir etmemiş midir?

Buyurdu ki: «Peygamber onu bir tek adama tefsir etmiş, ümmetine de bu ada­mın özelliklerini açıklamıştır. O da Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)’dır.»

Soruyu soran kişi dedi ki: "Ey Ebu Cafer! (aleyhisselâm) Bu belirttiğin husus, özeldir ve halkın geneli bundan yükümlü tutulmaz.

Buyurdu ki: «Allah, dinin açığa çıkacağı gün gelmeden, kendisine gizlice iba­det edilmesini öngörmüştür.

Nitekim peygamberimiz de dinini açıklama emrine muhatap olmadan önce Hatice ile birlikte gizlice ibadet ediyordu.»

Soruyu soran kişi dedi ki: Bu işi üstlenen kişinin gizlenmesi mi gerekiyor?

İmam dedi ki: «Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm), Müslüman olduğu gün, pey­gamberle birlikte, din iyice açığa çıkmadan kendini gizlemedi mi?»

Adam: "Evet." dedi.

İmam buyurdu ki: «Allah'ın yazdığı kaderin zamanı doluncaya kadar, bizim de bu şekilde davranmamız gerekmektedir.»

7-(644) Aynı rivayet zinciriyle Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Allah, dünyayı yaratırken ilk önce Kadir gecesini yarattı. O gecede ilk pey­gamberi ve ilk vasiyi yarattı. Her senede, gelecek yıla kadarki, bütün meselelerin çö­zümünün indirileceği bir gece olmasını öngördü. Kim, bu geceyi inkâr ederse, kuş­kusuz Allah Azze ve Celle'nin ilmini inkâr etmiş olur. Çünkü hiç bir nebi, resul ve muhaddes yoktur ki, Cebrail'in başka zamanlarda kendilerine sunduğu kanıtların ya­nında bu gecede kendilerine sunulan bir kanıtın desteğiyle ortaya çıkmış olmasın.»

Dedim ki: Muhaddeslere de Cebrail veya başka bir melek gelir mi?

Buyurdu ki: «Cebrail'in nebi ve resullere -sallallahu aleyhim- indiği hususun­da kuşku yoktur. Onların dışında da, dünyanın yaratıldığı günden, yok olacağı güne kadar meleklerin inmiş olmaları kaçınılmazdır. Yeryüzünde bir hüccet bulunmalıdır. Bu hüccet, yani açıklamalar söz konusu gecede, Allah'ın kullarından dilediği kim­selere inmelidir. Allah'a yemin ederim ki, Ruh ve melekler, Kadir gecesinde emri Âdem’e indirmişlerdir. Allah'a yemin ederim ki, Âdem öldüğü zaman, onun bir vasisi vardı. Âdem’den sonra gelen bütün peygamberlere de Kadir gecesinde emir inerdi. Ve her peygamber kendi yerine, kendisinden sonra vasisini koyardı. Allah'a yemin ederim ki, Âdem'den Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye kadar bütün peygam­berler, Kadir gecesinde falan şahsa kendinden sonra vasiyet et, diye emredilir.

Nitekim Allah, özellikle Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlini)'den sonraki emir sahipleri ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Allah, sizlerden iman edip iyi davranış­larda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını vaat etti... kim inkâr ederse, işte onlar fasıklardır." (Nûr, 55) Allah diyor ki: "Sizi ilmimin, dinimin ve bana yönelik ibadetin, peygam­berden sonraki halifeleri kılacağım. Tıpkı Âdem (aleyhisselâm)''dan sonra bir pey­gamber gelinceye kadar, onun için vasileri halifeler kıldığımız gibi. Çünkü onlar ba­na kulluk ederler, hiçbir şeyi bana eş tutmazlar."

Diyor ki: Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlini)’den sonra peygamber olmadı­ğına iman ederek bana ibadet ederler. Kim bunun aksini söylerse: "İşte onlar fasık­lardır. " (Nûr, 55) Muhammed'den sonraki emir sahipleri, ilimle donatılmışlardır ve biz de onlardanız. Bize sorun, eğer size doğruyu söylersek, bundan önce gafil oldu­ğunuz şeyleri itiraf edin. Bizim ilmimize gelince, apaçıktır. Allah'ın dininin, bizim tarafımızdan, insanlar arasında ihtilâf kalmayacak şekilde zahir olmasının vaktine gelince, bunun da gece ve gündüzlerin geçmesiyle gelip çatacak bir vakti vardır el­bette. Bu vakit gelince din, bütünüyle zahir olur ve emir yetkisi bir elde birleşir.

Allah'a yemin ederim ki, mü'minler arasında ihtilâf olmaması öngörülmüştür, hükme bağlanmıştır. Bu yüzden mü'minler, insanların üzerinde şahitler kılınmışlar­dır. Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi) bizim üzerimize, biz şiâmız üzerine, şiâmız da insanlar üzerine şahit olarak görevlendirilmişlerdir. Hükmünde ihtilâf ve çe­lişki olması veya ilminin arasında çelişki olması, Allah Azze ve Celle'ye yaraşmaz.

Sonra Ebu Cafer şöyle buyurdu: «Bir bütün olarak Kadir suresine ve bizim yaptığımız tefsire iman eden müminin, adı geçen sureye ve bizim tarafımızdan yapı lan tefsirine iman etmeyen kimseye üstünlüğü, insanın hayvana üstünlüğü gibidir. Al­lah Azze ve Celle, cihad edenler aracılığıyla evlerinde oturanları kâfirlerin tasallutun­dan kurtardığı gibi, dünyada onunla iman edenleri, inkâr edenlere karşı savunur.[71] Fa­kat ben bu zamanda hac, umre ve iyi komşuluktan başka bir cihad şekli bilmiyorum.»

8-(645) Aynı rivayet zinciriyle aktarıldığına göre bir adam, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’a şöyle demiştir:

Ey Resûlullah'ın oğlu! Bana kızma.

-   «Niçin?» dedi.

-   Sana sormak istediğim bir sorudan dolayı.

-   -«Sor!» dedi.

-   "Kızmayacak mısın?" dedi.                              

-   «Kızmayacağım.» dedi.                             

Dedi ki: Kadir gecesi ve o gecede meleklerin ve Ruh'un vasilere inmeleriyle, onlara emirler vermeleriyle ilgili görüşünüz hakkında soracaktım. Acaba o gecede vasilere Resûlullah'ın bilmediği bir emri mi indirirler yoksa bildiği bir emri mi indi­rirler? Biliyorum ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) vefat ettiği zaman, bildiği her şeyi, Ali (aleyhisselâm) kavramış ve kapsamıştı.

Ebu Cafer (aleyhisselâm) buyurdu ki: «Benim seninle ne işim var ey Adam? Seni, kim benim yanıma getirdi?»

Adam: "Kader, dini öğrenmem için beni senin yanına getirdi." dedi.

İmam buyurdu ki: «O zaman sana söyleyeceklerimi iyice anla: Hiç kuşkusuz, Resûlullah miraca çıkarıldığı zaman, Allah Celle zikruhu, ona olan ve olacak her şe­ye ilişkin ilmi öğretmedikçe yeryüzüne inmedi... Allah'ın miraç gecesi ona öğrettiği ilminin büyük kısmı, mücmel (öz) bilgilerdi ve bunların açıklamaları Kadir gecesin­de gelirdi. Ali b. Ebu Tâlib (aleyhisselâm)'da mücmel bilgilere sahipti. Bunların açık­laması ise Kadir gecelerinde gelirdi. Tıpkı Resûlullah'da olduğu gibi.»

Soruyu soran adam dedi ki: Mücmel bilgiler, açıklamalarını da içermiyorlar mıydı?

Buyurdu ki: «İçeriyorlardı. Fakat Kadir gecelerinde, Allah'tan, peygambere ve vasilere şunu şunu yapın şeklinde emirler gelir. Bunlar da, daha önce bildikleri şey­lere ilişkin emirlerdir. Bu bilgilerle nasıl amel edecekleri emredilirdi.»

Ravi der ki: İmam'a dedim ki: "Bunu bana açıklar mısın?"

Buyurdu ki: «Resûlullah vefat ettiği zaman, bilgilerin mücmelini ve açıklama­sını biliyordu.»

Dedim ki: Peki, Kadir gecelerinde peygambere gelen bilgi ne ile ilgiliydi?

Buyurdu ki: «Bildiği şeylerle ilgili emirler ve kolaylaştırma amaçlı açıklama­lardı.»

Soruyu soran adam dedi ki: O halde Kadir gecelerinde, daha önce öğrendik­lerinden farklı olarak nasıl bir bilgiyi öğreniyorlardı?

Buyurdu ki: «İşte bunu, gizlemeleri emredilmiştir. Sorduğun şeyin yorumunu, Allah Azze ve Celle'den başkası bilemez.»

Soruyu soran adam dedi ki: Vasiler, peygamberlerin bilmedikleri bir şeyi bi­lebilirler mi?

-«Hayır.» dedi. «Bir vasî kendisine vasiyet edilen ilimden ötesini nasıl bilebilir ki?»

Soruyu soran adam dedi ki: Peki, bir vasinin, başka bir vasinin bilmediğini bildiğini söyleyebilir miyiz?

Buyurdu ki: «Hayır. Bir peygamber öldüğü zaman, onun bilgisi, mutlaka vasi­sinin zihnindedir. Melekler ve Ruh, Kadir gecesinde, sadece kullar arasında vereceği hükmü indirirler.»

Soruyu soran adam dedi ki: Peki, Kadir gecesinde inen bu hükmü bilmiyorlar mıydı?

Buyurdu ki: «Biliyorlardı. Fakat Kadir gecelerinde emir almadıkça, bununla ilgili bir şeyi bir dahaki seneye kadar uygulama imkânına sahip olmazlar.»

Soruyu soran adam dedi ki: Ey Ebu Cafer! Bunu inkâr edemem.

Ebu Cafer (aleyhisselâm) dedi ki: «Bunu inkâr eden, bizden değildir.»        :;

Soruyu soran adam dedi ki: Ey Ebu Cafer! Sence, Peygamber (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye Kadir gecelerinde, daha önce bilmediği bir şeye ilişkin bilgi gelir miydi?

Buyurdu ki: «Böyle bir soruyu sorman, senin için caiz değildir. Bu güne kadar olan ve olacak olan her şeyin bilgisini, bir peygamber ve vasi, ölmeden önce mutla­ka kendisinden sonraki vasiye öğretir. Senin sorduğun bilgiye gelince, Allah Azze ve Celle, vasilerden başkasının buna muttali olmasını istemez.»

Soruyu soran kişi dedi ki: Ey Resûlullah'ın oğlu! Kadir gecesinin her sene ol­duğunu nasıl bilebilirim?

Buyurdu ki: «Ramazan ayı geldiği zaman, her gece Duhan suresini yüz kere oku. Yirmi üçüncü geceye geldiğin zaman, sorduğun şeyin bizzat doğrulandığını gözlerinle göreceksin.»

9-(646) Aynı rivayet zinciriyle Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediği belirtiliyor:

«Allah Azze ve Celle'nin sapıklık ehlini bedbaht kılmak için gönderdiğini gördüğünüz şeytanların orduları ve eşleri, Allah'ın adalet ve doğru­luk için gönderdiği halifesine inen meleklerden daha çokturlar.»

Orada bulunanlar dediler ki: Ey Ebu Cafer (aleyhisselâm) Bir şey meleklerden daha çok olabilir mi?        

Buyurdu ki: «Allah Azze ve Celle dilerse olur.»

Soruyu soran kişi dedi ki: Ey Ebu Cafer! Eğer bu sözleri bazı Şiilere aktarırsam, kesinlikle inkâr ederler.

- «Nasıl inkâr ederler?» dedi.

Dedi ki: Melekler, şeytanlardan daha çokturlar, diyorlar.

İmam buyurdu ki: «Doğru söyledin; ama benim sana söyleyeceklerimi de iyi anla. Hiçbir gün ve hiçbir gece yoktur ki, bütün cinler ve şeytanlar sapıklığın önder­lerini ziyaret etmiş olmasınlar. Onların sayısı kadar melek de hidâyet önderini ziya­ret eder. Sonra Kadir gecesi gelince, o gece meleklerden bazısı emir sahibi (zamanın imamı)’nı ziyaret etmek amacıyla inerler. Allah, onların sayısınca şeytanı da sapıklı­ğın liderini ziyaret etsinler diye yaratır --veya hazırlar- buyurdu. Bunlar sapıklığın önderine iftiralar, yalanlar, telkin ederler. Hatta bu sapıklık önderi sabahleyin kalkar ve: "Şunu şunu gördüm." der. Eğer bunu hidâyetin önderine sorarsa, ona kesinlikle şu cevabı verir: "Sen bir şeytan gördün, o da sana şunu şunu haber verdi." Onun bu gördüklerini bir şekilde tefsir eder ve üzerinde bulunduğu sapıklığını ona bildirir.

Allah'a yemin ederim ki, kim Kadir gecesini tasdik ederse, onun biz Ehl-i Beyt'e özgü kılman bir gece olduğunu bilir. Çünkü Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi), ölümü yaklaştığı sıralarda, Ali (aleyhisselâm) hakkında şöyle demiştir:

«Bu, benden sonra sizin velînizdir. Eğer ona uyarsanız, sizi doğruya iletir.»

Ne var ki, Kadir gecesinde olanlara iman etmeyenler, bunu inkâr ederler. Bi­zimle aynı görüşü paylaşmadığı halde Kadir gecesi gerçeğine iman edenler, ancak: Bu gece Ehl-i Beyt'le ilgilidir, demeleri durumunda doğruyu söylemiş olurlar. Bunu söylemeyen bir kimse, kesinlikle yalancıdır.                                     

Allah Azze ve Celle, Ruh ve melekler aracılığıyla emrini bir kâfire, bir fâsıka indirmekten münezzehtir. Eğer Ruh ve meleklerin, Allah'ın emrini, kendisinin bağlı olduğu halifeye indirdiğini söylerse, bu sözlerinin hiçbir değeri yoktur. Eğer, "Ruh ve melekler hiç kimseye inmezler" deseler. O zaman da bir şeyin, hiçbir şeye inmesi gibi bir durum ortaya çıkar. Eğer, Ruh'un ve meleklerin inmesi diye bir şey yoktur deseler -ki diyecekler- o zaman da koyu bir sapıklığa dalmış olurlar.»

42) İMAMLARIN İLİMLERİ HER CUMA GECESİ ARTAR BABI

1-(647) ...Ebu Yahya es-Sananî:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bana dedi ki: «Ey Ebu Yahya! Cuma geceleri bizim için çok önemli bir durum yaşanır.» Dedim ki: Sana kurban olayım, nedir bu önemli durum? Buyurdu ki: «Ölmüş peygamberlerin ruhlarına, ölmüş vasilerin ruhlarına ve sizin aranızdaki vasinin ruhuna, göğe çıkmaları emredilir. Bunlar Rablerinin arşına varıncaya kadar yükselirler. Yedi kere arşı tavaf ederler. Arşın rükünlerinden her bi­rinin yanında iki rekât namaz kılarlar. Sonra daha önce içinde bulundukları bedenle­re geri dönerler. Peygamberler, vasiler, sevinçle dolu bir şekilde sabahlarlar. Sizin aranızdaki vasî de sabahladığında, büyük bir miktarın ilmine eklendiğini görür.»[72]

2-(648) ...Mufaddal şöyle rivayet etmiştir:

Bir gün Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bana dedi ki:

-Bundan önce beni bu künyemle anmamıştı-

-«Ey Ebu Abdullah!»

- "Emredin." dedim.

Buyurdu ki: «Her cuma gecesi bizim için bir sevinç olur.»

Dedim ki: Allah sana bolluk versin, nedir bu?

Dedi ki: «Cuma gecesi olunca, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) Allah'ın arşına gelir. İmamlar da onunla birlikte arşa gelirler. Biz de onlarla birlikte geliriz. Ruhlarımız bedenlerimize geri döndükleri zaman, mutlak bir ilim istifade etmiş olur­lar; aksi takdirde ilmimiz tükenir.»

3-(649) ...Yunus veya Mufaddal, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'dan şöyle rivayet etmiştir:    

«Her cuma gecesinde, mutlaka Allah'ın velîleri için bir sevinç vardır.»

Dedim ki: "Kurban olduğum! Bu nasıl bir şeydir?"

Buyurdu ki: «Cuma gecesi olunca, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) arşa yükselir. İmamlar da arşa yükselirler. Ben de onlarla birlikte yükselirim. Mutlaka is­tifade edilmiş bir ilimle geri dönerim. Öyle olmasa, yanımdaki ilim tükenir.»

43) İMAMLARIN İLİMLERİNDE ARTIŞ OLMASA, SAHİP OLDUKLARI BİLGİ TÜKENİR BABI

l-(650) ...Safvan b. Yahya şöyle rivayet etmiştir:

Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aley­hisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Cafer b. Muhammed (aleyhisselâm) şöyle derdi:

«Eğer ilmimiz artmasaydı, ilimsiz kalırdık.»

Benzer bir hadisi Muhammed b. Yahya, Ahmed b. Muhammed'den, o Muham­med b. Halid'den, o Safvan'dan, o da Ebu'l-Hasan (aleyhisselâm)dan rivayet etmiştir.

2-(651) ...Zerih el-Muharibî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm) bana dedi ki: «Ey Zerih! Eğer ilmimiz artmasaydı, ilimsiz kalırdık.»

3-(652) ...Zurare şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisse­lâm)’ın şöyle dediğini duydum: «Eğer ilmimiz artmasaydı, ilimsiz kalırdık.»

Dedim ki: Yoksa siz, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin bilmediği bir şe­yi mi fazladan öğreniyorsunuz?

Buyurdu ki: «İlimde bir artış olduğu zaman, bu önce Resûlullah'a arz edilir, sonra imamlara ve derken bize ulaşır.»

4-(653) ...Yunus b. Abdurrahman, ashabının bazısından, onlar da Ebu Abdul­lah (Cafer Sadık aleyhisselâm)dan şöyle rivayet etmişlerdir:

«Allah Azze ve Celle katından bir şey (ilimle ilgili) çıktığı zaman, önce Resû­lullah (sallallahu aleyhi ve âlihi)’ye bildirilir, sonra Emirül-mü'minin'e, sonra sırasıyla imamlara bildirilir ki, en sonuncumuz, en baştakimizden daha bilgili olmasın.»

44) İMAMLAR, MELEKLERE, NEBİLERE VE RESULLERE ULAŞTIRI­LAN BÜTÜN İLİMLERİ BİLİRLER BABI

l-(654) ...Sema'e, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir: «Allah Tebareke ve Tealâ'nın iki türlü ilmi vardır.

Bu ilimlerden birini meleklerine, nebilerine ve resullerine açar. Meleklerine, resullerine ve nebilerine açtığını bizde biliriz. Bir diğer ilmi de kendine özgü kılmış­tır. Allah, bu ilmin kapsamında bir şeyi bildirmek istediği zaman biz de bunu biliriz ve o esnada bizden önceki imamlara da arz edilir.»

Benzeri bir hadisi Ali b. Muhammed ve Muhammed b. Hasan, Sehl b. Ziyad'dan, o Musa b. Kasım'dan ve Muhammed b. Yahya Amreki b. Ali'den, bunlar da Ali b. Cafer'den, o kardeşi Musa b. Cafer (aleyhisselâm)dan rivayet etmiştir.

2-(655) ...Ebu Basir, Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’dan şöyle rivayet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle'nin iki türlü ilmi vardır. Bu ilimlerden biri, O'nun ka­tındadır ve yarattıklarından hiç kimse bu ilimden bir şey öğrenemez.

Bir diğer ilim de meleklerine ve Resullerine vermiştir. Meleklerine ve resulle­rine verdiği ilim sonunda bize ulaşır.»

3-(656) ...Dureys şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğim duydum: «Allah'ın iki türlü ilmi vardır. Biri dağıtılmış ilimdir, biri de korunmuş ilimdir. Dağıtılmış ilme gelince, meleklerin ve resullerin bildiği her şeyi biz de biliriz. Korunmuş ilim ise o, Allah Azze ve Celle katında ve ana kitaptadır. Bu ilim, ana kitaptan çıktığı zaman yürürlüğe girer.»

4-(657) ...Ebu Basir, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan şöyle riva­yet etmiştir:

«Allah Azze ve Celle'nin iki türlü ilmi vardır. Bir ilmini, O'ndan başka kimse bilemez. Bir ilmini de meleklerine ve resullerine öğretir. Meleklerine ve resul­lerine öğrettiği ilmi, biz de biliriz.»

45) GAYB İLE İLGİLİ NADİR AÇIKLAMALAR BABI

1-(658) ...Muammer b. Hallad şöyle rivayet etmiştir:

Fars halkından bir adam, Ebu'l-Hasan (Ali b. Musa aleyhisselâm)a "Gaybı bilir misiniz?" diye bir soru sordu. Buyurdu ki: «Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm) şöyle derdi: «İlim bizim önümüze serilir, biz de biliriz. Sonra bize karşı örtülür, biz de bile­mez oluruz. İlim Allah'ın bir sırrıdır. Onu gizlice Cebrail'e tevdi eder, Cebrail Mu­hammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)'ye, Muhammed de Allah'ın dilediği kimselere.»[73]

2-(659) ...Humran b. A'yen'in, Ebu Cafer (Muhammed Bakır aleyhisselâm)'dan "Allah göklerin ve yerin yaratıcısıdır..." (En'âm, 101) âyetinin anlamını sorduğunu ve Ebu Cafer (aleyhisselâm)’ın da ona şu cevabı verdiğini duydum:

«Allah Azze ve Celle, önceden var olan bir örnek olmaksızın, varlıkları ilmiyle meydana getirdi. Gökleri ve yerleri, örneksiz var etti. Onlardan önce, gökler ve yerler yoktu. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın: "Onun arşı, suyun üzerindeydi... "(Hûd, 7) âyetini duymadın mı?»

Humran dedi ki: "Allah gaybı bilir ve kimseyi gaybından haberdar etmez." (Cin, 26) âyetinin anlamını söyler misin?

Ebu Cafer buyurdu ki: «"Allah'ın razı olduğu bir elçi müstesna." (Cin, 27) bu­yurmuştur. Allah'a yemin ederim ki Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi), Allah'ın razı olduğu elçilerdendir.

"Allah gaybı bilir..." (Cin, 26) ifadesine gelince, Allah Azze ve celle, kulları açısından gayb olan şeyleri bilir demek isteniyor. Bir şeyi, ilmi kapsamında takdir edip karara bağlarken ve henüz yaratmayıp meleklere bildirmemişken, işte bu, ey Humran! O'nun katında duran, başkasına aktarılmayan bir ilimdir. O'nun iradesine kalmıştır. Dilerse meşieti (dilemesi) kapsamında karar verdiği bu bilgiyi uygular, dilerse yürürlüğe koymaz. Allah Azze ve Celle'nin takdir ettiği, karara bağladığı ve yürürlüğe koyduğu ilim ise neticede Resûllullah'a ulaşır, sonra bize varır.»[74]

3-(660) ...Sedir şöyle rivayet etmiştir:

Ben, Ebu Basir, Yahya el-Bezzaz ve Davud b. Kesir Ebu Abdullah (Cafer Sa­dık aleyhisselâm)’ın meclisinde oturuyorduk. Birden İmam öfkeli bir şekilde yanımıza geldi. Yerine oturunca şunları söyledi:

«Şu insanlara hayret ediyorum! Bizim gaybı bildiğimizi iddia ediyorlar. Oysa Allah Azze ve Celle'den başka hiç kimse gaybı bilemez. Falan cariyemi öğütlemek için üzerine gittim. Ama o kaçtı. Şimdi onun, evin hangi odasında olduğunu bilmi­yorum.»

Sedir der ki: İmam meclisinden ayrılıp evine gidince, ben, Ebu Basir, Meysir onun yanına girdik ve dedik ki: "Sana kurban olalım. Senin cariyenle ilgili sözlerini duyduk. Biz senin çok şey bildiğini biliyoruz; ama gaybı bilmeyi sana nisbet etmi­yoruz."

İmam buyurdu ki: «Ey Sedir! Kur'ân-ı okumuyor musun?»

- "Okuyorum." dedim.

Buyurdu ki: «Allah'ın kitabında: "Kitaba âit bir bilgiye sâhib olansa ben onu, gözünü yumup açmadan onu getiririm sana." (Neml, 40) âyetini okudun mu?»

Dedim ki: Sana kurban olayım. Okudum.

Dedi ki: «Adamı tanıyor musun? Kitap ile ilgili hangi bilgilere sahip olduğun­dan haberin var mı?»

Dedim ki: Bana sen anlat.

Buyurdu ki: «Okyanustan bir damla. Kitabın ilminden bu kadarı ne olacak ki?»

Dedim ki: Sana kurban olayım! Ne kadar da azmış.

Buyurdu ki: «Ey Sedir! Allah'ın, sana haber vereceğim ilme nisbet ettiği mik­tar ne kadar çoktur. Allah'ın kitabında, "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak ve yanında kitabın bilgisi bulunan kimse yeter." (Ra'd, 43) âyetini okudun mu?»

- Evet, okudum kurban olduğum.

Dedi ki: «Sence yanında kitabın bütün bilgisi bulunan kimse mi daha iyi anlar yoksa kitabın ilminin bir kısmına sahip olan kimse mi?»

- "Yanında kitabın ilminin tamamı bulunan kimse daha iyi anlar." dedim.
Sonra İmam elini göğsüne koyarak: «Allah'a yemin ederim ki, kitabın ilminin tümü bizdedir. Allah'a yemin ederim ki, kitabın ilminin tümü bizdedir.»

4-(661) ...Ammar es-Sabatî şöyle rivayet etmiştir:

Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)'a, "imam gaybı bilir mi?" diye sordum. Buyurdu ki: «Hayır, ama bir şeyi bilmek istediği zaman, Allah ona bu şeyi öğretir.»

 

--------------

[42]- Bu rivayetten algıladığımız kadarıyla, ayette geçen "ilimde derinleşenler" ifadesi, "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez" (Âl-i İmran, 7) ifadesine atfedilmiş olarak algılandığını gösterir. Bu rivayette geçen tevil kavramı ile müteşabih ifadesinin anlamının kastedilmiş olması büsbütün uzak bir ihtimal değildir. Çünkü tevil kavramının müteşabihin tefsir edilmesi ile eşit olan bu anlamda kullanıl­ması İslam'ın ilk dönemlerinde yaygın bir kullanımdı. [el-Mîzan, c.3, s. 108-109]

 

[43]- Kur'an'da Arap dilinin zahirine ters düşen bir anlam kastedilen herhangi bir ayet yoktur. Tevil kelimesinin kökü "evl"dir. Bu kökün anlamında belirgin olan unsur dönme anlamıdır.

   [Tevil ise döndürme anlamını ifade eder.] Buna göre müteşabih ayetleri tevil etmek, onları dönük olduk­ları kaynaklara döndürmek demektir. Kur'an'ın tevili de, Kur'an öğretilerinin alındığı asıl kaynaklardır.

   Yüce Allah kitabının değişik yerlerinde "tevil" kelimesi kullanmıştır. Örneğin bir ayette şöyle buyruluyor: "Andolsun, biz onlara bir kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet ve rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık. Onlar onun tevilin­den başkasına bakmazlar mı? Onun tevilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki: Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi." (A'raf, 52-53) Yâni elçilerin Allah'ın onların gerçek mevlaları olduğu, O'nun dışında kulluk sundukları ve çağırdıkları düzmece ilâhlar ve çağrılarının batıl olduğu, peygamberliğin ve dinin hak olduğu, Allah'ın kabirlerde olanları dirilteceği hususunda vermiş oldukları haberlerin hepsi haktır. Kısacası kıyamet günü, Peygamberin duyurdukları bu şeylerin gerçeği ve hak olduğu ortaya çıkacaktır. Şu ayette mezkûr ayete benziyor: "Bu Kur'an Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir... Yoksa: "Bunu kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar?... Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine henüz tevili gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulmedenlerin nasıl bir sonuca uğradıklarına bak." (Yunus, 37-39) Görüldüğü gibi, bu ayetlerde de tevil olgusu kitabın tümüne izafe edilmiştir. "Bu ayet onların Kur'an'a inanmamalarının ve onun uydurma olduğunu söyle­melerinin gerçek sebebim açıklıyor. Şöyle ki, onlar Kur'an'ın kavrayamadıkları bölümlerini veya bilgi­sini ihata edemedikleri bir Kur'ân'ı yalanladılar. Kur'an'da bilgilerinin anlamakta yetersiz kaldığı objektif bilgi niteliğinde gerçek bilgiler vardır ve bu bilgilerin yorumu henüz kendilerine gelmedi. O yo­rum kendilerine gelmiş olsa yalanladıkları o bilgileri kabul etmek zorunda kalırlardı.

   Kur'ân dilinde tevil, Kur'ân'daki bir hükmün, bir bilginin, bir hikâyenin veya başka bir objektif gerçeğin dayandığı bir gerçektir. Bu kavram kelimelerin anlamlan ile ilgili değildir. Kur'an'ın bütünü­nün, içerdiği her bilginin, her hükmün ve her haberin mutlaka bir tevili vardır." [Mîzan, (10/39) Tefsir]

   Bir ayetin tevili, zahirine uygun ve aykırı olarak ayetin işaret ettiği anlamlardan herhangi biri değildir. Aksine, tevil, zihin dışı obje türü bir olgudur. Ama her zihin dışı obje de değil. Dolayısıyla herhangi bir haberin zihin dışı nesnel karşılığı onun tevili olmaz. Tersine, burada zihin dışı özel bir ol­gu söz konusudur. Bu olgunun ifadeyle ilintisi, örnek verilenin örnekle, batının zahirle ilintisi gibidir.

   Tevil kavramının açıklamasıyla ilgili gerçek şudur: Tevil, pratik bir gerçektir. Hüküm, öğüt ve hikmet gibi Kur'an'ın açıklamaları bu pratik gerçekliğe dayanır ve bu olgu muhkem, müteşabih tüm Kur'ân ayetleri için geçerlidir. Tevil, lafızların delalet ettiği anlamlar kategorisine girmez. Bilakis tevil­den maksat lafızlarla örülü ifadelerin kuşatamayacağı aşkın objektif olgulardır. Yüce Allah, bunları la­fız kayıtlarıyla sınırlandırmıştır ki bir parça zihnimize yaklaşabilsinler. Tıpkı maksatlar daha yakın ol­sun ve anlamlar dinleyicinin pozisyonuna göre açıklığa kavuşsun diye bazı örneklerin verilmesi gibi. Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle buyuruyor: "Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'ân kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitap­tadır; çok yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 2-4) Kur'an'da bu anlamı pekiştiren birçok açıklama­lar ve dolaylı işaretler vardır.

   Kur'an-ı Kerim tevil kavramını on altı yerde ve bizim işaret ettiğimiz anlamda kullanmıştır.

   Tevil, bir şeyin mercii ve tarafına döndüğü noktadır; ancak bu, özel bir dönüştür. Tarafına dönü­len her şey, tevil anlamını ifade etmez. Örneğin, başkanı olan kimse başkanına döner ve ona başvurur; ancak bu onun tevili değildir. Sayı da "bir"e döndürülür, ancak bir de onun tevili sayılmaz. Dolayısıyla tevil, özel bir merci ve dönülen yerdir, mutlak anlamda bir dönüş yeri anlamını ifade etmez. Musa (a.s) ve Hızır (a.s) kıssalarıyla ilgili ayetler de buna delalet etmektedir: "...Şimdi sana üzerinde sabır gös­termeye güç yetiremediğin şeylerin tevilini haber vereceğim." (Kehf, 78) Şu ayet de aynı anlama işaret etmektedir: "İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin tevili budur." (Kehf, 82)

   Hızır'ın Musa'ya haber verdiği şeyler, üç hususla ilgili olarak sergilediği fiillere ilişkin suretler ve unvanlardır ki Musa (a.s) bu suret ve unvanlardan habersizdi. Bunların yerine, söz konusu üç yerde de itirazını gerektirici başka suretler ve unvanlar tasavvur etmişti. Bu üç olaya şu ayetlerle işaret edili­yor: "Nitekim bir gemiye binince, o bunu deliverdi." (Kehf, 71) "Nitekim bir çocukla karşılaştı­lar, o hemen tutup onu öldürüverdi." (Kehf, 74) "Nihayet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat kasaba halkı onları konuklamaktan kaçındı. Ondan yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldu­lar; hemen onu inşa etti." (Kehf, 77)

   Musa'nın (a.s) bu üç olayda algıladığı ve gördüğü suret ve unvanlar şunlardır: "İçindekileri batırmak için mi onu deldin? Andolsun sen şaşırtıcı bir iş yaptın." (Kehf, 71) "Bir cana karşılık olarak olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun sen, çirkin bir iş yaptın." (Kehf, 74) "Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin." (Kehf, 77)

   Hızır'ın bu olaylara ilişkin olarak gösterdiği teviller ise şunlardır: "Gemi, denizde çalışan yok­sullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü ileride her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Çocuğa gelince; onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkâr zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik. Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu. Altında onlara ait bir define vardı; babaları şa­lin biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler de Rabbinden bir rahmet olarak ken­di definelerini çıkarsınlar." (Kehf, 79-82) Daha sonra Hz. Musa'nın bütün itirazlarını cevaplayacak niteliğe sahip bir cümle dedi: "Bunları ben kendiliğimden yapmadım." (Kehf, 82)

   Görüldüğü gibi, bu ayetlerde geçen tevil kavramı ile bir şeyin kendi nesnel karşılığına ve somut unvanına döndürülmesi kastedilmiştir. Dayak atmanın terbiyeye ve hacamat yapmanın tedaviye döndü­rülmesi gibi; tabi, "Zeyd geldi" şeklindeki sözümüzün Zeyd'in nesnel dünyadaki gelişi olayına döndü­rülmesi değil.

   Tevil kavramı Yusuf kıssasında bir kaç kez buna yakın bir anlamda kullanılmıştır: "Hani Yu­suf babasına: Babacığım, gerçekten ben, rüyamda on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm; bana sec­de etmektelerken gördüm, demişti." (Yusuf, 4) "Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: Ey babam, bu, daha önceki rüyamın tevilidir. Doğrusu Rabbim onu gerçek kıldı." (Yusuf, 100)

   Hz, Yusuf un daha önce gördüğü rüyayı, anne-baba ve kardeşlerinin kendisine secde etmelerine dönük olması, bir türlü döndürme olsa bile, örneğin benzere döndürülmesi türünün kapsamına girer.

   Aynı şekilde şu ayetleri de bu şekilde değerlendirebiliriz: "Hükümdar: Ben rüyamda yedi besili inek görüyorum, onları yedi zayıf inek yiyor; bir de yedi yeşil başak ve diğerleri ise kupku­ru. Ey önde gelenler, eğer rüya yorumluyorsanız benim bu rüyamı çözüverin, dedi. Dediler ki: Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin tevilini bilenler değiliz. O iki kişiden kurtul­muş olanı, nice zaman sonra hatırladı ve: "Ben bunun tevilini size haber veririm, hemen beni zindana gönderin" dedi. (Zindana gidip:) Yusuf, ey doğru sözlü insan... Yedi besili ineği yedi zayıf ineğin yediği ve yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan rüya konusunda bize fetva ver... Dedi ki: Siz yedi yıl, önceleri gibi ekin, yediğinizin az bir kısmı dışında, biçtiklerinizi başağında bırakın. Sonra bunun arkasından zorlu yedi yıl gelecektir, sakladığınız az bir miktar dışında, daha önce biriktirdiğinizi yiyip bitirecektir." (Yusuf, 43-48)

   Aşağıdaki ayetler de buna örnek oluşturmaktadır: "Onunla birlikte iki genç de zindana gir­mişti. Biri: "Ben rüyamda kendimi şarap sıkıyorken gördüm" dedi. Öbürü: "Ben de kendimi ba­şımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi" dedi. Bunun tevilinden bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz... Ey zindan arkadaşlarım, ikinizden biri efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılacak, kuş onun başından yiyecek. İşte hakkında sor­duğunuz iş, kesinleşmiştir." (Yusuf, 36-41) Surenin akışı içinde tevil kelimesi bir kaç kez daha kulla­nılmaktadır: "Sözlerin tevilinden sana öğretecek." (Yusuf, 6) "Ona sözlerin tevilini öğretelim." (Yusuf, 21) "Bana sözlerin tevilinden öğrettin." (Yusuf, 101)

   Yusuf kıssasının akışı içinde tevil kavramı geçtiği her yerde, rüyanın dönük olduğu olaylar an­lamında kullanılmıştır. Rüyalar, uyuyan insanın uygun bir şekilde gördüğü şekiller ve örneklerdir. Bu durumda tevilin, [olayların] tevili olana [yâni rüyalara] nispeti, anlamın kendisi aracılığı ile belirginleş­tiği suretle olan nispetine ve canlı hakikatin kendisi aracılığıyla sergilendiği ve göründüğü örnekle olan nispetine benzer. Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasında değindiğimiz olaylar da bu çerçevede ele alınmalı­dır. Yine şu ayette de mesele bu tarzda ele alınmıştır: "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun... bu, te­vil bakımından daha güzeldir." (İsrâ, 35)

   Kıyametle ilgili ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, bu ayetlerde geçen tevil kavramı ile de aynı şeyin kastedildiği görülecektir: "Hayır onlar ilmini kuşatamadıkları ve henüz kendilerine tevili gelmemiş olan bir şeyi inkâr ettiler..." (Yunus, 39) "Onlar tevilinden başkasına bakmazlar mı? Onun tevilinin geleceği gün..." (A'raf, 53)

   Çünkü: "Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık Bugün, görüş gücün keskindir." (Kaf, 22) ayeti ve benzeri ayetler, kitabın haber verdiği, peygamberlerin hakkında bilgiler sundukları olguların kıyamet günü gözlemlenmesi, dünyada alışık olduğumuz maddi olguların gözlemlenmesi türünden olmayacağını bildirmektedir. Aynı şekilde, bunların meydana gelişleri ve bunlara egemen olan düzen de dünyada alışık olduğumuz ve gözlemleye geldiğimiz düzenden bütünüyle farklıdır. Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı açıklamaya yer vereceğiz. O halde, kitapların ve peygamberlerin haber verdikleri olguların kıyamet günü belirginleşecek içeriklerine dönük olması olayı, geleceğe ilişkin haberlerin gelecekteki tahakkuk edişlerine dönük olmalarına ben­zemez. [Kıyamet günündeki dönük olmayla dünyadaki dönük olma farklıdır.]

   Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şu sonuçlar çıkıyor:

1)    Bir ayetin döndürüleceği bir tevile sahip olması durumu ile, bir ayetin müteşabih olup muh­kem bir ayete döndürülmesi durumu birbirinden farklı şeylerdir.

2) Tevil, sırf müteşabih ayetlere özgü bir durum değildir. Bütün Kur'an'ın bir tevili vardır. Mü­teşabih bir ayetin tevili olduğu gibi, muhkem bir ayetin de tevili vardır.

3) Tevil, lafızların delalet ettiği anlamlar türünden değildir. Tam tersine tevil, objeler dünyasın­daki somut varlıklar türündendir. Ayetleri tevili bulunmakla nitelemek, ayetleri bizzat kendisiyle ilgili bir vasıfla değil de ayetlerle ilintili olan olgularla bağlantılı bir vasıfla nitelemektir. Ancak tevil kavra­mının kullanılıp lafzın zahiri anlamından farklı bir anlamın kast edilmesi şeklindeki anlayış, Kur'an'ın inişinden sonra ortaya çıkmış yeni bir yaklaşımdır. Ve: "Tevilini yapmak için... Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez..." ayeti ile böyle bir anlamın kastedildiğine ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Aynı şekil­de, tevil kavramı ile ilintili olarak ileri sürülen diğer birçok anlamın da bir dayanağı yoktur.

   "Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez." İfadenin zahiri, zamirin "müteşabih olanına" ifade­sine dönük olduğunu gösteriyor. Çünkü zamire en yakın ifade odur. Aynı durum "tevilini yapmak" ifa­desi için de geçerlidir. Yukarıda, bu durumun, tevilin sırf müteşabihlere özgü olmasını gerektirmediğini anlatmıştık. "Ondan müteşabih olanı..." ifadesindeki zamir gibi, bunun da kitaba dönük olması müm­kündür.

   İfadede gözlemlediğimiz sınırlandırma, tevil bilgisinin sırf yüce Allah'a özgü olduğunu vurgu­lamaya dönüktür. "İlimde derinleşenler" ifadesine gelince, bunun zahiri, "vav" harfinin istinaf edatı olduğunu yâni yeni bir anlatım ve cümlenin başladığını göstermektedir ve ayetin başında yer alan "kalplerinde eğrilik olanlar" cümlesinin işaret ettiği iki kısım tavrın ikinci tarafını ortaya koymaya dönüktür. Buna göre, insanlar, kitabı benimseme ve uygulama noktasında iki kısma ayrılırlar. Bunların bir kısmı "müteşabih olanlara" uyarlar. Bir kısmı da müteşabih bir ifadeyle karşılaştığında: "Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır" derler. Bu iki tarafın farklı tutumlar sergilemelerinin altında yatan neden, bir tarafın kalbinde eğriliğin bulunması, bir tarafın da ilimde derinleşmesidir.

   Eğer "ver-rasihûne fil ilm=ilimde derinleşenler" ifadesinin başındaki "vav" harfi atıf edatı ol­saydı ve ilimde derinleşenlerin de tevil bildikleri anlamını ifade etseydi, Resûlullah da muhakkak onlar­dan biri olurdu; hatta ilimde derinleşenlerin en üstünüdür. Kur'an onun kalbine indiği halde, onun bu ifa­delerle neyin kastedildiğini bilmediği tasavvur edilebilir mi? Bilindiği gibi Kur'an ümmetten söz ettiği zaman veya bir toplulukla ilgili bir hususu gündeme getirdiği zaman, Resûlullah da bu hususun kapsa­mına giriyorsa, en başta ona işaret eder. Onu onurlandırmak ve kişiliğinin önemini vurgulamak için on­dan ayrıca söz eder. Sonra diğer insanlara değinir. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Elçi, kendisine Rabbin-den indirilene iman etti, mü'minler de." (Bakara, 285) "Sonra Allah, elçisi ile mü'minlerin üzeri­ne güven duygusu ve huzur indirdi." (Tevbe, 26) "Ama Resul ve onunla birlikte olan mü'minler" (Tevbe, 88) "Bu Peygamber ile iman edenler." (Âl-i İmrân, 68) "Allah, Peygamberi ve onunla bir­likte iman edenleri küçük düşürmeyecektir." (Tahrim, 8) Daha bunun gibi birçok örnek gösterilebilir

   Şayet "İlimde derinleşenler" ifadesi ile onların tevili bildikleri kastedilseydi, Resûlullah da (s.a. a) onlar arasında yer aldığına göre, ifadenin: "Onun tevilini, Allah'tan, Resulünden ve ilimde derin­leşenlerden başkası bilmez." şeklinde olması gerekirdi. Bunu iyice kavramalısın. Gerçi, ayetin başın­da yer alan: "Sana kitabı indiren O'dur." ifadesi, Peygamberin kitabı bildiğine delalet etmektedir; bu yüzden ikinci bir defa ondan söz etme gereği duyulmamıştır, denilebilir.

   O halde, ayetin zahiri, tevili bilmenin bu ayette sırf yüce Allah'a özgü kılındığını göstermekte­dir. Ama bu durum, ayetteki genellemeye yönelik bir istisnanın vaki olmayacağı anlamına gelmez. Ni­tekim bazı ayetlerde gayb bilgisi Allah'a özgü kılınmışken başka ayetlerde, bu genellemede istisnaya gidilmiştir. Şu ayette olduğu gibi: "O gaybı bilendir. Kendi gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak el­çileri içinde razı olduğu kimseler başka." (Cin, 26-27) Ve yine, tevil bilgisi bağlamında bizzat ilimde derinleşenlerin istisna edilmeleri ile de çelişmemektedir ayetin ortaya koyduğu bu anlam. Çünkü bu ayette, kalplerinde eğrilik olanların karşısında, ilimde derinleşenlerin iman ve teslimini, şüpheyle karşı­laştıklarında temkinli davrandıkları gibi bir durumlarına işaret edilmiş olması ile bir başka ayette, onla­rın veya bazılarının Kur'an'ın hakikatim ve ayetlerinin tevilini bilmelerinin vurgulanması arasında her­hangi bir çelişki söz konusu değildir. İleride bu hususu daha etraflıca açıklayacağız.

   "İlimde derinleşenler ise: Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır, derler." İfade­nin orijinalinde geçen "rasihûn" kelimesi, "rusûh" kökünden "sabit ve sağlam olmanın en ileri düzeyi" demektir. İlimde derinleşenlerin (sağlam ve sabit bilgiye ulaşanların), bu ayette, kalplerinde eğrilik bu­lunan kimselerin karşıt cephesi olarak sunulmaları, sonra "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katından­dır." sözleriyle nitelendirilmeleri, onlara ilişkin tam bir tanımın yapılmak istendiğini göstermektedir. Buna göre, onlar, Allah ve ayetleri hakkında bilgi sahibidirler. Bu bilgiye kesinlikle şüphe bulaşmaz. O halde muhkem ayetlere ilişkin sağlam ve sarsılmaz bilgi düzeyine ulaşmışlardır. Muhkem ayetlere ina­nırlar, onlara tabi olurlar, yâni onlarla amel ederler. Bu sırada karşılarına müteşebih (anlam itibariyle benzeşen) bir ayet çıktığında, bu durum onların sahip oldukları sağlam ve sabit bilgi hakkında kalpleri­nin sarsılmasına, zihinlerinin bulanmasına neden olmaz. Aksine onlar müteşabih ayetlere inanırlar, an­cak onlara amelî olarak tabi olmazlar.

   "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır." Sözlerinde kanıt ve sonuç birlikte zikre­dilmiştir. Çünkü muhkem ve müteşabih ayetlerin tüm olarak Allah katından gelmiş olması, tümüne, hem muhkem ayetlere hem müteşabih ayetlere inanılmasını gerektirmektedir. Muhkem ayetlerin ifadelerindeki netlik, onlara uyma zorunluluğunu ve müteşabih ayetlerin de reddedilmeden ve tatbik edilme­den kabul edilmesi gerektiğini doğurur. Çünkü müteşabih ayetler de tıpkı muhkem ayetler gibi Allah katından gelmişlerdir. Dolayısıyla müteşabih ifadelerin anlamları içinde muhkem ayetlerde belirtilen hususlarla çeliştiği görülen anlama tabi olmak caiz değildir. Bunun nedeni, muhkem ayetlerdeki ifade­lerin açık, anlaşılır ve net olmalarıdır.

   Bu yüzden, müteşabih ayetlerin içerdikleri muhtemel anlamlar içinde, muhkem ayetlerin an­lamlarına uygun olanlarına uymak bir zorunluluktur. Bu aynı zamanda müteşabih ifadelerin muhkem ifadelere döndürülmesi anlamına gelir. Dolayısıyla: "Tümü Rabbimizin katındandır." sözü, hem muhkem, hem de müteşabih olgusu için bir kanıt niteliğindedir. Bununla muhkem ayetlere inanmak ve onların emirleri doğrultusunda amel etme, müteşabih ayetlere de inanmak ve amel hususunda muhkem ayetlere başvurmak hususunu kastediyorum.

   "Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez." Öğüt alıp düşünmek (tezekkür), bir şeyi çıkarsamak için zihinsel olarak o şeyin kanıtına yönelmek, intikal etmek demektir. Ayette işaret edilen insanların: "Tümü Rabbimizin katındandır." şeklindeki sözleri, daha önce de söylediğimiz gibi, onlar açısından bir kanıtlama ve onların sergilediği fiili çıkaracak zihinsel intikali sağladığı için yüce Allah, bunu tezekkür=öğüt alıp düşünmek olarak nitelemiş ve kendilerini onunla övmüştür.

   Ayette geçen "elbab" kelimesi "lübb"ün çoğuludur ve her türlü şaibeden arınmış temiz akıl de­mektir. Yüce Allah bu özelliklere sahip insanları, kitabının değişik yerlerinde güzel övgülere konu et­miştir. Onların Allah'a iman, pişmanlık ehli olduklarını ve sözün en güzeline tabi olduklarını bildirmiş­tir. Sonra onların sürekli olarak Rablerini hatırladıklarını bildirmiştir. Bunun ardından, onları tezekkür ehli, yâni kanıt aracılığı ile bilgilere ulaşan kimseler oldukları, hikmet ve irfan sahibi oldukları değer­lendirmesinde bulunmuştur.

   Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a içten yönelen­ler ise; onlar için bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde ver. Ki onlar, sözü işitirler ve en gü­zeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete erdirdiği kimselerdir ve onlar, temiz akıl sahipleridir." (Zümer, 17-18) "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler." (Âl-i İmrân, 190-191) Bu sürekli hatırlama ve düşünmenin beraberinde getirdiği boyun eğme ve itaat etme, gerçekte Allah'a yönelmedir. Ki bu da onların Allah'ın ayetleri üze­rinde düşünmelerini ve bu düşüncenin sonucunda gerçek bilgilere ve irfana ulaşmalarını gerektirmekte­dir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır. "İçten Allah'a yönelenden başkası, öğüt alıp-düşün­mez." (Mü'min, 13) "Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez." (Bakara, 269)

   "Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen en çok bağış yapansın. Rabbimiz, sen mutlaka insanları kendisinde asla şüphe bulunmayan bir günde toplayacaksın. Doğrusu Allah, vaadinden dönmez." (3/8-9)

   KUR'ANIN TEVİLİNİ ALLAH'TAN BAŞKASI BİLEBİLİR Mİ?

   Allah şöyle buyuruyor: "De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." (Nemi, 65) "Gayb yalnızca Allah'ındır" (Yunus, 20) "Gaybın anahtarları Onun karındadır, Ondan başka hiç kimse gaybı bilmez." (En'âm, 59) Yukarıda sunduğumuz bütün ayetler, gaybe ilişkin bilgi­lerin sırf Allah'a özgü kılındığını göstermektedir. Ardından şöyle buyuruyor: "O gaybı bilendir. Ken­di gaybını kimseye açık tutmaz. Ancak elçileri içinde razı olduğu kimseler başka." (Cin, 26-27)

   Bu ayet, Allah'tan başka bazı kimselerin gaybe ilişkin bazı bilgileri bileceğini ortaya koymaktadır. Bunlar da elçiler içinde Allah'ın razı olduğu kimselerdir. Kur'an'da daha bunun bir çok örneği vardır.

   Meselenin birinci yönüne gelince, Kur'an Allah'tan başka kimselerin de bir ölçüde tevili bilecek­lerine işaret etmektedir. Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Bir ayetin tevili, zihin dışı bir olgudur. Bu olgunun, ayetin zihinsel karşılığı ile olan ilişkisi, örnekle örneklendirilen şey arasındaki ilişki gibidir.

   Dolayısıyla tevil, ayetin delalet işlevi açısından onun medlulü değilse de, bir şekilde onun tara­fından anlatılmakta, onun içinde korunmaktadır. Tıpkı: Sebeplerini zayi eden bir şeyi isteyen bir insa­na: "Sütü yazda zayi ettin" (Geçti Bor'un pazarı) demen gibi. Çünkü bu deyimin lafzının delalet ettiği an­lam, kadının yaz mevsiminde sütü zayi etmesidir. Bu ise, konu ile örtüşmemektedir. Buna rağmen hitap edilen kişinin durumunu örneklendirmektedir, onun durumunu canlandırmaktadır, sözün orijinal med­lulü aracılığı ile oluşturduğu manzaraya benzer bir şekilde zihinde tasavvur edilmesini sağlamaktadır.

   Tevil de tıpkı bunun gibidir. Çünkü herhangi bir hükmün yasaya bağlanmasını veya herhangi bir ilâhî bilginin açıklanmasını ya da Kur'an'ın kıssalarından herhangi birinin içeriği olan herhangi bir olayın meydana gelişini gerektiren zihin dışı gerçek, söz konusu yasanın lafzı (emir ve nehiy) veya açıklama ya da falan olay (mütabiki olarak) tıpa tıp ona dalalet etmese de hüküm veya açıklama yahut olay, ondan kaynaklandıkları, onun aracılığıyla belirginleştikleri için, bunlar bir şekilde onu anlatan ve ona işaret eden eserleri konumundadır. Tıpkı bir efendinin hizmetçisine: "Bana su ver" demesi gibi. Bu söz insan doğasının kendi kemalini gerektirmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü zihin dışı bu gerçeklik varlığın korunmasını ve kalıcılığını gerektirir. Bu da bedende çözümlenip kaybolan bir şeyin yerinin doldurulmasını gerektirir. İşte gerekli gıdaları, suya kanmayı veya sözgelimi birine su vermesini emret­meyi gerektirmektedir.

   Dolayısıyla adamın: "Bana su ver" sözünün tevili, insanın, bu sözün söylendiği anda insanın zi­hin dışı doğasının varlığının ve kalıcılığının kemalini gerektirici özelliğidir. Şayet bu zihin dışı gerçek­lik başka bir şeyle yer değiştirirse, su vermeyi emretmekten ibaret olan hüküm bir başka hükümle yer değiştirmiş olacağından birincisi de ortadan kalkmış olacaktır. [Örneğin yemek yemediğinden dolayı susuzluk yerine açlığı hissederse, "bana su getir" hükmü, yerini "bana yemek getir" hükmüne verir]

   Adab ve görgü kuralları bağlamında aralarında fahiş farklılıklar bulunan herhangi bir insan top­luluğu içinde maruf bilinen (olumlu karşılanan) dolayısıyla yapılan veya münker bilinen dolayısıyla uzak durulan fiiller, o toplum içinde güzel veya çirkin sayılmadan kaynaklanmaktadır. Fiillerin güzel veya çirkin olarak bilinmesi de zaman, mekan ve geçmişten devralınan gelenek ve töreler gibi fiili işle­yen kişinin zihninde miras yoluyla biriken ve çevresinde yaşayan diğer insanların davranışlarından göz­lemlemek suretiyle düşüncesine nakşedilen birleşik ve uyumlu illetler mecmuasına dayanmaktadır. İşte çeşitli uyumlu cüzlerden oluşan bu illet, adamın bir şeyi yapmasının veya yapmamasının tevilidir, onun yapmasının veya yapmamasının aynısı değildir. Sadece yapmak veya yapmamak şeklinde içerilmekte, korunmakta ve onlarla ona işaret edilmektedir. Eğer sosyal çevrenin değişmesi söz konusu olsa, yap­mak veya yapmamak suretiyle gündeme gelen şey de değişikliğe uğrayacaktır.

   Şu halde, tevili olan şey, ister bir hüküm olsun, ister bir kıssa olsun, ister bir olay olsun, tevilin değişmesiyle kaçınılmaz olarak değişikliğe uğrar. Bu yüzden: "Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'­tan başkası bilmez..." ayetine baktığında, kalplerinde bir kayma olanların, fitne çıkarmak amacıyla müteşabih ayetlerle kastedilmeyen bir şeye uymak istediklerinden söz edildiğinde onların bununla söz konusu ayetlerin tevillerine uymayı amaçladıklarından da söz ediliyor ki onların tevil dedikleri şey, adı geçen ayetlerin gerçek tevilleri değildir. Aksi takdirde onların tevil diyerek uymak istedikleri şey söz konusu ayetlerin gerçek tevilleri olsaydı, bu durumda müteşabih ayete tabi olmaları doğru ve yerinde olurdu. Dolayısıyla yerilmelerine de gerek kalmayacaktı. Bu durumda, müteşabihten kastedileni belirle­yen muhkem ayetin delalet ettiği şey, onların müteşabihten anladıkları ve tabi oldukları ancak muh­kemden kastedilmeyen bir anlamla yer değiştirmiş olacaktı.

   Yukarıda anlattıklarımızla şu nokta açıklığa kavuşmuş oluyor: Kur'an'm tevili, zihin dışı ger­çekliklerdir. Kur'an ayetleri öğretilerinde, hükümleri yasaya bağlamalarında ve açıkladığı diğer husus­larda bu gerçekliklere dayanır. Öyleki bu gerçekliklerden biri değişmiş olduğu varsayılsa, ayetlerin içerdikleri de değişikliğe uğrar.

   İyice düşünürsen şunu anlarsın ki: Bu çıkarsama, şu ayetle tamamen örtüşmektedir: "Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur'an kıldık. Şüphesiz o, bizim katımızda olan ana kitaptadır; çok yücedir, hikmet doludur." (Zuhruf, 2-4) Bu ayet, Peygamber Efendimize indirilen Kur'an'ın Allah katında çok yüce ve erişilmez hikmetlerle dolu olduğunu, akılların kavrayamayacağı, bölümlerin ve fasıllar halinde olmanın arız olamayacağı bir ko­numda bulunduğunu ifade etmektedir. Ancak yüce Allah kullarına yönelik inayetinden dolayı, onu açıklayıcı bir kitap kılıyor. Onu Arapça lafızlarla ifade edilecek hale getiriyor. Böylece, ana kitapta kal­ması durumunda insanların akletmeleri ve bilip öğrenmeleri mümkün olmayan şeyleri akledip düşün­melerini sağlıyor. Ana kitap ise, şu ayetlerde işaret edilen şeydir: "Allah, dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın anası O'nun katındadır." (Râ'd, 39) "Hayır; o, şerefli üstün olan bir Kur'an'dır; Levh-i Mahfuzdadır." (Burûc, 21-22)

   Söz konusu ayetin içeriğine ilişkin genel bir işaret de şu ayetten algılanmaktadır: "Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır." (Hûd, 1) Bu ayette işaret edilen muhkemlikten maksat, Kur'an'ın, içinde en ufak bir ayrılık ve bölünme olmaksızın Allah katında oluşu, birer birer açıklanmasından maksat ise, onun ayet ayet, bölüm bölüm Peygamber Efendimiz'e (s.a.a) indirilmiş olmasıdır.

   Birinci mertebeye dayanan bu ikinci mertebeyi (tafsil ve bölünme olayını) şu ayetten de algıla­mak mümkündür: "Onu bir Kur'an olarak, insanlara dura dura okuman için bölüm bölüm ayırdık ve onu safha safha bir indirme ile indirdik." (İsrâ, 106) Demek oluyor ki, Kur'an ayetleri öncele­ri birbirinden ayrılmış değillerdi, sonradan ayrıldılar ve bu şekilde indirildiler, bölüm bölüm vahyedildiler. Ama bu demek değildir ki, bütün ayetler, Bugünkü gibi, surelerde tertip edilmiş ve iki kapak ara­sında toplanmış haldeydi, sonra birbirinden ayrıldılar ve Peygamber Efendimize parça parça indirildi­ler. Böylece insanlara, üzerinde dura dura ve ağır ağır okusun. Tıpkı, bir öğretmenin Kur'an'ı bölümlere ayırarak öğretmesi ve zihinsel kapasitesine göre her gün bir parçayı öğrencisine okutması gibi.

   Oysa Kur'an'ın Peygamber Efendimize (s.a.a) parça parça indirilmesi ile, onun bölümler halin­de öğrencilere öğretilmesi, okunması arasında apaçık bir fark vardır. Kur'an'ın parça parça indirilmesi olayında iniş sebeplerinin etkinliği söz konusudur. Ama Kur'an'ın öğretiminde böyle veya buna benzer bir durum yoktur. Çünkü farklı zamanlarda öğrenciye okunan farklı bölümler, bir zaman diliminde bir­leştirilebilirler. Ama: "Onları affet, aldırış etme." (Mâide, 13) "İnkar edenlerden size yakın olanla savaşın." (Tevbe, 123) "Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan kadının sözünü işitti." (Mücadele, 1) "Onların mallarından sadaka al." (Tevbe, 103) ve benzeri ayetleri birleştirmek, iniş sebeplerini ve zamanını geçersiz saymak, bunların tümünün birden Peygamberimizin tebliğe başlaması­nın ilk döneminde veya hayatının son zamanlarında indiğini varsaymak mümkün değildir. Şu halde: "Onu bir Kur'an olarak ayırdık." sözünde işaret edilen Kur'an, bütün ayetlerin bir araya getirilmesi ile meydana gelen mushaf anlamında kullanılmamıştır.

   Kısacası, üzerinde durduğumuz ayetlerden algıladığımız kadarıyla, Kur'an'dan okuduğumuz ve üzerinde düşündüğümüz hususların bir de ötesi vardır ve bu ötesi, Kur'an açısından, bedene göre ruhun, örneklenene göre örneğin gördüğü işlevi görür. -Yüce Allah'ın "Hikmetli kitap" diye nitelendirdiği de budur.- İndirilen Kur'an'ın içerdiği bilgiler ve açıklamalar buna dayanır. Bu ötesi şeyi kopuk ve ayrıl­mış lafızlar şeklinde düşünmemek gerekir. Lafızlar aracılığıyla delalet edilen anlamlar gibi de değildir. İşte bu, söz konusu ayetlerde işaret edilen tevildir. Çünkü tevil olgusunun nitelikleri ve özellikleri bu­nunla uyuşmaktadır. Buradan hareketle tevil kavramının gerçek anlamını da algılamış oluyoruz. Yine buradan hareketle sıradan anlayışların ve arınmamış nefislerin tevili algılamalarının mümkün olmama­sının nedenini de kavramış oluyoruz.

   Yüce Allah bir başka ayette şöyle buyuruyor: "O, elbette değerli bir Kur'an'dır. Saklı bir ki­taptadır. Ki ona, tenıizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunmaz." (Vakıa, 77-79) Bu ayetlerin zahiri ile değişme ve bozulmaya karşı koruma altına alınan ve saklı tutulan kerim Kur'an'a Allah'ın arınmış kullarının dokunabildikleri vurgulanıyor. Zihinlerin ona girip çıkması suretiyle bir takım tasar­rufları da değişme kapsamına girer. (Ki bu, bütün değişimlerden koruma altına alındığına göre, bu tür değişmeden de korunmuştur demektir). Aslında ayette, işaret edilen 'dokunma'dan maksat anlayış ve bi­lişin ulaşmasından başka bir şey değildir. Bilindiği gibi, yukarıda üzerinde durduğumuz ayette sözü edilen "Korunmuş, saklanmış kitap"tan maksat "Allah dilediğini giderir, dilediğini bırakır. Kita­bın anası O'nun karındadır." (Râ'd, 39) "O, bizim katımızda ana kitaptadır. Yücedir, hikmet do­ludur." (Zuhruf, 4) ayetlerinde geçen "ana kitap"tır.

   Bunlar bir toplulukturlar ki, kalplerinde arınma inmiştir. Bu arınmayı indiren Allah'tan başkası değildir elbette. Çünkü Allah, her nerede bu arınmadan söz etmişse, onu kendine nispet ederek söz ko­nusu etmiştir: "Allah sadece siz Ehl-i Beyt'ten kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister." (Ahzab, 33) "Ama sizi temizlemek ister." (Mâide, 6) Kur'an'da her ne zaman manevi arınmadan söz edilmişse, mutlaka bu husus yüce Allah'a nispet edilmiş veya O'nun iznine dayandırılmıştır. Arınma ise, kirin ve pisliğin kalpten giderilmesi demektir. Kalbin insan organizmasındaki fonksiyonu ise kavrama ve irade etme aracı olmasıdır. [Kur'an'daki kalp kavramıyla dilimizde yaygın olan kalp kavramı farklı şeylerdir.]

   Dolayısıyla kalbin arındırılması, insan nefsinin inançları ve iradesi açısından temizlenmesi an­lamını ve pisliğin bu iki açıdan giderilmesini ifade eder. Bunun sonucu, kalbin hak nitelikli inançlar ve gerçek bilgiler üzerinde sabitleşmesi, kuşkuya eğilim göstermemesi, hak ile batılı karıştırmaması ve pratikte bildiği gerçeklerin gereklerini yerine getirmesi, hevaya tabi olmak gibi bir eğilim göstermemesi ve ilmî misakı çiğnememesidir. İşte ilimde derinleşme dediğimiz olay budur. Çünkü Allah ilimde derin­leşenleri, doğru yola erişmiş, öğrendikleri gerçekler üzerinde sarsılmadan hareket eden ve fitne çıkarma arzusunu taşımayan kimseler olarak tasvir ediyor. Buradan anlıyoruz ki, kalpleri arındırılmış kimseler, aynı zamanda ilimde derinleşen kimselerdir. Bu hususu iyice kavramak ve onu ganimet bilmelisin.

   Ancak, bu açıklamanın doğurduğu sonuç hakkında yanılgıya düşmemek gerekir. Çünkü burada kesinlik kazanan husus şudur: Arınmışlar, tevilleri bilirler. Arınmışlıkları ilimde derinleşmiş olmalarını da gerektirmektedir. Bunun nedeni, kalplerinin arındırılmasının yüce Allah'a nispet edilen bir durum ol­masıdır. Yüce Allah, alt edilemez bir sebeptir. Yoksa ilimde derinleşenler, ilimde derinleştikleri için tevilleri biliyor değildirler. Yâni ilimde derinleşmek tevilleri bilmeye neden değildir. Çünkü ayette, ilim­de derinleşmenin tevilleri bilmeyi gerektirdiği yönünde bir açıklama veya işaret yer almıyor. Hatta ayetin akışından, onların tevilleri bilmedikleri yönünde bir işaret de algılanabilir. Çünkü ayette: "Der­ler ki: Biz ona inandık, tümü rabbimizin katındandır..." şeklinde bir ifade yer alıyor.

   Allah, ehl-i kitaptan bazı adamları da ilimde derinleşmişler olarak nitelendiriyor ve onları övü­yor. İmanlarından ve salih amellerinden dolayı onları ödüllendireceğini vurguluyor: "Ancak onlardan ilimde derinleşenler ve mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." (Nisa, 162) Bununla beraber, bu ayette onların kitabın tevilini de bildikleri yönünde bir açıklamaya yer verilmiyor.

   Aynı şekilde: "Ona temizlenmiş-arınmış olanlardan başkası dokunamaz" ayetinden ise, sa­dece arınmış kimselerin genel bir şekilde ona dokunabildiklerinden söz ediliyor. Onların her türlü tevili bildikleri, bu hususta hiç bir zaman bilmedikleri herhangi bir şeyin olmadığı hususundan ise söz edil­miyor. Şayet onlar hakkında böyle bir özellik kanıtlanacaksa, bu başka bir kanıt aracılığıyla olacaktır. [el-Mîzan, c.3, s.36-87]

 

[44]- Ta ki birileri çıkıp, Allah'ın âyetleri, mushafın iki kapağı arasındaki Kur'ân'dan ibarettir ve bunlar da herkesçe rahatlıkla anlaşılacak kanıtlardır. Dolayısıyla bunları bize öğretecek imama ihtiyacı­mız yoktur, demesinler.

   Bu anlamı içeren rivayetler... değişik kanallardan aktarılmıştır; ancak bu, ayetin anlamını nes­nel karşılığının en gerçek olanına uyarlanmasından ibarettir. [el-Mîzan, (Ankebût, 49) Tefsir.]

[45]- Kitap üzerinde tasarrufta bulunup onunla ilgili işlerin idaresini gerçekleştirmek sınırlı kişiler tarafından gerçekleştiriliyor olsa da, kitabı bu anlamda kavmin bütününe nispet etmek doğrudur. Buna açıklık getirmek için aşağıdaki ayetleri dikkatlerinize sunuyoruz: "Andolsun ki biz Musa'ya hidayeti verdik ve İsrailoğullarına, akıl sahipleri için bir öğüt ve doğruluk rehberi olan kitabı miras bıraktık." (Mümin, 54-55) "Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik. Kendilerini Allah'a vermiş peygamberler onunla Yahudilere hükmederlerdi. Allah'ın kitabını ko­rumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zahidler ve bilginler de." (Maide, 44) "Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içindedirler." (Şura, 14) Dolayısıyla kitapla ilgili işleri üstlenen, kitabın gerektirdiği görevleri üstlenen kimseler İsrailoğullarının tümü olmayıp sadece belli bir grup olsa da tüm israiloğulları kitaba mirasçı kılınmıştır.

   Ayetlerin akışından da anlaşılacağı gibi, ayette sözü edilen kitapla Kur'ân kast ediliyor. Nasıl olmasın ki? Bir önceki ayette geçen: "Sana vahyettiğinıiz kitap..." buna ilişkin bir nasstır. O halde ki­tap kelimesinin orijinalinin başındaki "lam" edatı, cins değil, zihin içi tasavvura işaret ediyor.

   "Kelimenin başındaki "lam" edatı cins bildiriyor. Dolayısıyla ayette geçen kitaptan maksat, mutlak olarak peygamberlere indirilen semavi kitaptır." şeklindeki açıklamalara itibar etmemek gerekir.

   el-Istifa, bir şeyin özünü almak demektir. Bu bakımdan el-İhtiyar=seçme kelimesine yakın bir anlam ifade ediyor. Ancak bu iki kelime arasında bir fark vardır. el-İhtiyar, bir çok şey arasında onların en hayırlısını almak, el-İstifa ise, bu şeylerin özünü, hülasasını almak demektir.

   "...Kullarımız arasından..." Bu ifadenin orijinalinin başındaki "min" harfi cerri, açıklayıcı ya da başlangıç bildiren veya bütünden parça anlamını vurgulamaya dönük olabilir. Ancak en yakın ihti­mal açıklayıcı fonksiyonunu görüyor olmasıdır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "... Selâm olsun seçkin kıldığı kullarına..." (Neml, 59)

   "Onlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de... hayırlarda öne geçmek için yarışır..." "Onlardan..." kelimesindeki zamirin "seçtiklerimiz..." ifadesine dönük olması muhtemel­dir. Bu durumda, kendilerine zulmedenler, ortada olanlar ve hayırlarda öne geçmek için yarışanlardan oluşan her üç grup da kitaba varis kılınmak noktasında ortak olurlar. Ancak gerçek anlamda varis olan­lar ise, kitabı bilenler ve onu koruyanlar, yani hayırlarda öne geçmek için yarışanlardır.

   Bu ihtimali şu şekilde teyid etmek mümkündür: Kullardan sadece bazıları gerçek anlamda mirasçılık görevini yerine getirdiği halde, mirasçılığı tüm kullara nispet etmeyi engelleyen bir şey yok. Nitekim bunu şu ayetten de algılayabiliriz: "İsrailoğullarına... kitabı miras bıraktık," (Mümin, 54)

   Zamirin "kullarımız" kelimesine dönük olması da ihtimal dâhilindedir -bu durumda izafet ter­kibi de onurlandırma anlamını ifade etmemiş olur.- Bu durumda "onlardan" kelimesi gerekçe olarak belirginleşir. Dolayısıyla kast edilen anlam şu olur: Kullarımızdan sadece bir kısmını, yani seçilmişleri kitaba mirasçı kıldık, hepsini değil. Çünkü kullarımız arasında kendisine zulmedenler, ortada olanlar ve hayırlarda öne geçmek için yarışanlar var. Bunların tümü kitaba mirasçı olmaya elverişli değildirler.

   Ayette kendisine zulmedenler, ortada olanlar ve hayırlarda öne geçmek için yarışanlar arasında bir karşılaştırma yapılmış olması gösteriyor ki, "kendisine zulmedenler"den maksat, Kur'ân ehli Müs­lümanlardan olduğu halde bir takım kötülükler işleyen kimselerdir. Mirasçı olarak seçilmiş olması bunu gösterir. "Ortada olanlar"dan maksat da, orta yolu izleyen kimselerdir. "Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışanlar"dan maksat da, Allah'a yakınlık derecelerine ulaşmak hususunda kendisine zulmedenleri ve ortada olanları geçen, işlediği hayırlı amellerden dolayı Allah'ın izniyle baş­kalarının önünde olan kimselerdir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Hayırda önde olanlar, öndedirler. İşte bunlar... en yakın olanlardır." (Vakıa, 10-11)

   "İşte büyük fazilet budur..." Yukarıda işaret edilen miras bırakma olayı Allah tarafından bah­şedilen büyük bir lütuftur. Burada kişisel çabanın, çalışmanın bir etkisi yoktur.

   Ayetlerin akışından ve rivayetlerden hareketle ayetle ilgili olarak bu anlamın belirginleştiğini görüyoruz. [el-Mîzan, (Fâtır, 32) Tefsir.]

 

[46]- Büyük bir ihtimalle Hasan (a.s)'ın soyundan gelenleri demek istiyor

[47]- Bu bir tür uyarlamadır; meseleyi eksiksiz bir örneğine işaret ederek açıklığa kavuşturma yön­temidir. Deylemî'nin İrşâd'ında, "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu gereği gibi okurlar." ayeti ile ilgili olarak İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ayetlerini, üzerinde dura dura okurlar, içerdikleri mesajı derinden kavrarlar, onun hükümlerini uygularlar, onun içerdiği geleceğe dö­nük müjdeleri umarlar, yine bu tür tehditlerinin gerçekleşmesinden endişe ederler, anlattığı kıssaların­dan ibret verici sonuçlar çıkarır, dersler alırlar, emirlerine uyarlar, yasakladığı hususlardan kaçınırlar. Allah'a andolsun ki, burada kastedilen durum, ayetlerini ezberlemek, harflerini öğrenmek, surelerini okumak, onda birini, beşte birini ders almak, harflerini ezberleyip de içerdiği uygulamaya dönük hü­kümlerini unutmak değildir. Ayetlerinin üzerinde durarak okumak ve içerdiği hükümleri uygulamaktır, kastedilen. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Mübarek bir kitaptır. O'nu sana indirdik ki, ayet lerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar." (Sâd, 29) [s.101, bab:19]

   Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Onu gereği gibi okurlar." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yani cennet ve cehennem ile ilgili ayetlerin yanında dururlar." [c.l, s.57, h: 84]

   Ben derim ki: Bundan maksat, ayetlerin üzerinde düşünmektir. [el-Mîzan, c.l, s.377-378]

[48]- "Biz o gün insan guruplarını önderleri ile birlikte çağırırız..." (İsra, 71)

   Ayette sözü edilen gün, kıyamet günüdür. Buradaki zarfın muteallakı ibarede yer almayan "uzkur" fiilidir. Ayette geçen "imam" kelimesi, kendisine uyulan kişi ve kaynak anlamına gelir. Yüce Al­lah'ın: "O dedi ki, seni insanlara imam yapacağım" (Bakara, 124) ve "Onları emrimiz uyarınca doğru yola ileten imamlar yaptık." (Enbiya, 73) ayetlerinde görüldüğü üzere insanlara "onun emri uyarınca doğru yolu gösteren" kimselere bu unvanı verdiği gibi "Küfrün imamları ile savaşın" (Tevbe, 12) ayetinde görüldüğü üzere "insanları sapıklığa ileten kimseleri" de bu unvanla adlandırmaktadır.

   Ayrıca "Kendisinden önce bir imam ve rahmet olarak Musa'nın kitabı (Tevrat) elinde bu­lunan kimse inkârcılar gibi midir?" (Hûd, 17) ayetinde görüldüğü gibi bu unvan Tevrat'a da veril­miştir. Kimi zaman bu unvanla şeriat içeren semavi kitaplar kast edilir. Nuh (a.s)'ın kitabı, İbrahim (a.s)'ın kitabı ve Muhammed (s.a.a)'nin kitabı ki, bunlar kimi zaman imam olarak adlandırılırlar.

   "Biz her şeyi açık olan bir imamda sayıp döktük" (Yasin, 12) ayetinde görüldüğü gibi bu unvan bazen levh-i mahfuz anlamında kullanılmıştır.

   Ayetin zahirinden her gurup insanın başka guruplarınkinden ayrı bir imamı olduğu anlaşıldığı için, imam kelimesinin "kullu unasin (her insan gurubu)" ibaresine raci olan zamire muzaf anlamında kabul edilmesi uygun değildir. Çünkü Levh-i Mahfuz anlamında kabul edilmesi uygun değildir. Çünkü Levh-i Mahfuz bir tanedir ve her insan gurubundan mahsus Levh-i Mahfuzlar yoktur.

   Yine ayetin zahiri anlamına göre burada sözü edilen çağrı, ilkinden sonuncusuna kadar bütün insanları kapsayan bir çağrıdır ve daha önce "İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi ve onlarla birlikte kitap indirdi." (Bakara, 213) ayetinin tefsiri sırasında açıkladığımız gibi bağımsız bir işaret içeren ilk semavi kitap Nuh (a.s)'a indirilen kitaptır ve ondan önce bu nitelikte bir kitap yoktur. Bundan ortaya çıkıyor ki, ayetteki imam kelimesi, kitap anla­mında yorumlanmaya elverişli değildir. Çünkü aksi halde Nuh (a.s)'dan önceki insanlar ayetteki çağrının kapsamı dışında kalırlar. Buna göre ortaya çıkan sonuç, her insan gurubunun imamı ifadesi ile ya insan guruplarının hak ve batıl yolda önder edindikleri kimselerin kast edilmiş olmasıdır. Çünkü az önce söylediğimiz gibi Kur'ân bunların her ikisini de imam unvanıyla anıyor veya bu ifade ile sadece hak imamın kast edildiğini kabul etmeliyiz. Hak imam, Allah tarafından her dönemde onun emri uyarınca bağlılarına rehberlik etmek üzere seçilen kimselerdir. Bu kimseler İbrahim (a.s) ve Muhammed (s.a.a) gibi peygamber olabilecekleri gibi peygamberde olmayabilirler. Daha önce "Hani Rabbi, İbrahim’i bir takım kelimeler ile denemiş, oda onları yerine getirmişti. Bunun üzerine Allah "Seni insanla­ra imam yapacağım" demişti. İbrahim: "Soyumdan da deyince Allah: "Ahdim zalimlere ermez." dedi." (Bakara, 124) ayetinin tefsiri sırasında bu konuyu ayrıntılı biçimde incelemiştik.

   Fakat gerek sapıklık önderlerinden biri olan Firavun hakkındaki "Firavun, kıyamet günü kav­minin önüne düşecek ve onları cehenneme götürecektir" (Hûd, 18) ayetinden, gerek "Bu toplama, Allah'ın pis olanı temiz olandan ayırması ve bütün pis olanları, bir kısmını diğer bir kısmının üzerine koyup hepsini yığarak cehenneme atması içindir." (Enfal, 37) ayetinden ve gerekse aynı an­lamı veren çok sayıdaki başka ayetlerden anlaşıldığına göre kıyamet günü sapıklık önderleri kendileri­ne bağlı yandaşlarına eşlik etmelerini gerektirir.

   Üstelik ayetteki "İmamlarının" ifadesi Allah'ın emri uyarınca doğru yola iletici önder yaptığı hak imamlıkla kayıtlanmamıştır. Oysa hidayet önderine imam adı verildiği gibi sapıklık önderine de imam adı verilmiştir. Ayrıca bu ayetin ön bölümü ile bir sonraki ayet işaret ediyor ki, kıyamet günü çağrılacak olan imam dünyada, insanların önder edinip peşinden gittikleri kimsedir...

   Açıktır ki, ayetteki "Her insan gurubunun imamı" ifadesinden maksat, insan guruplarının peşlerinden gittikleri hak veya batıl önderleridir. Bazılarının sandıkları gibi maksat insan guruplarının önderlerinin isimleri ile "Ey İbrahim ümmeti, ey Muhammed ümmeti, ey Firavun oğulları, ey falanca oğulları" şeklinde çağrılmaları değildir. Çünkü bu yorum ayette geçen "Kime kitabı sağ yanından ve­rilirse" (İsra, 71) ve "Kim bu dünyada kör olursa..." (İsra, 71) şeklindeki sonuç çıkarmalarla uyuş­maz. Zira bu anlamdaki imamın çağrılması ile amel defterinin sağ yandan verilmesi veya körlük arasın­da bir sonuç olma bağlantısı yoktur.

   Aslında ayetin son bölümünün içeriğinden de anlaşılacağı üzere buradaki çağrı, huzura celb et­me çağrısıdır. İnsan gurupları imamları ile beraber huzura getirilirler. Sonra hak imama uyanlar amel defterini sağ yanlarından alırlarken dünyada hak imamı tanıyıp ta ona uyamayanlar körlükleri ortaya çı­kar. Ayet hakkındaki incelemenin verdiği sonuç budur.

   Tefsirciler ayetteki imam kelimesi hakkında çeşitli ve farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

   [1]- Bu görüşlerden birine göre ayetteki imamdan maksat, bağlı olunan kutsal kitaptır. Tevrat, İncil ve Kur'an gibi. Buna göre kıyamet günü insan gurupları "Ey Tevrat ehli, ey İncil ehli ve ey Kur'ân ehli" diye çağırılırlar. Yukarda bu görüşü ve ona yönelik itirazımızı açıklamıştık.

   [2]- Buradaki imamdan maksat hak yolda olanlar için peygamberleri ve batıl yolda olanlar için şeytan ve sapıklık önderidir. Buna göre kıyamet günü insan gurupları "Gelin, ey İbrahim'e uyanlar, ge­lin ey Musa'ya uyanlar, gelin, ey Muhammed'e uyanlar" diye çağırılırlar ve peygamberlerin peşinden giden hak yolcuları ortaya çıkarak kendilerine amel defterleri sağ taraflarından verilir. Sonra "Gelin ey şeytana uyanlar ve gelin, ey sapıklık liderlerinin izinden gidenler" diyerek batıl yolcuları çağrılır.

   Bu görüşe yönelik itirazımız şudur. Bu görüş ayetteki imam kelimesinin yaygın anlamında al­maya dayanıyor ki, buna göre imam, kendisine uyulan akıllı bir kişi, yani bir insandır. Ama kelimenin Kur'an dilinde kendine mahsus bir anlamı varken onu yaygın anlamında almanın imkânı yoktur. Bu özel anlam, onun "Allah'ın emri uyarınca yol gösteren" ve "sapıklıkta uyulan" şey şeklindedir.

   [3]- Diğer bir görüşe göre ayetteki imam: "İnsan guruplarının amel defterleridir." Buna göre kı­yamet günü insan gurupları "ey hayır içeren amel defteri sahipleri ve ey şer içeren amel defteri sahiple­ri" diye çağırılırlar. Bu görüşün sahipleri, imam; defterinin imam olmasını, insan guruplarının ona göre verilecek cennet veya cehennem hükmüne tâbi olmaları gerekçesine dayandırmışlardır.

   Bu görüşe karşı itirazımız şudur: İnsanların amellerinin hayır ve şer olmalarına tâbi olan amel defterine, imam adının verilmesi anlamsızdır. Çünkü onun tâbi diye adlandırılması, metbudiye adlandı­rılmasından daha yerindedir. Bu görüşü savunanların daha sonraki gerekçelendirmelerine gelince onun hakkında şu itirazımız vardır. Kıyamet günü uyulan hüküm, yüce Allah'ın amel defterlerinin dağıtımın­dan, sorgudan, tartıdan ve şahitlerin şahitliklerinden sonra vereceği son karardır. Amel defteri ise hayır ve şer türünden amellerin metinlerini içerir, yoksa son karan içermez.

   Bundan ortaya çıkıyor ki, ayetteki imamdan maksat ne Levh-i Mahfuzdur ve ne "O gün her ümmet kendi kitabına çağrılır" (Casiye, 28) ayetinde işaret edilen amel defteridir. Çünkü böyle bir yorum, ayetin devamındaki "Kime amel defteri sağ yanından verilirse..." ifadesi ile uyuşmaz. Zira bu ifade de bir topluluktan değil, fertten söz ediliyor.

   [4]- Bir başka görüşe göre buradaki imam kelimesinden maksat annelerdir. Bu görüşte olanlar imam kelimesini, umm (anne) kelimesinin çoğulu kabul ediyorlar. Bu görüşe göre kıyamet günü insan gurupları "Ey falan babanın oğlu" şeklinde değil "Ey filan annenin oğlu" diye çağrılacaklardır. Bu gö­rüş ile ilgili bir rivayet de vardır.

   Bu görüşe yönelik itirazımız şudur. Bu görüş ayetin sözleri ile uyuşmaz. Çünkü "Biz her insan gurubunu imamı ile çağırırız." buyruluyor; insanları imamları ile çağırırız" veya "her insan annesi­nin adı ile çağırırız" denmiyor. Eğer imam kelimesi söylenen anlamda olsaydı, bu son iki ifade tarzın­dan biri kullanılırdı.

   Var olduğuna işaret edilen rivayete gelince eğer doğruluğu kabul edilirse o bu meseleden ba­ğımsız bir rivayettir, ayetin tefsiri ile ilgili değildir. Üstelik "umm" kelimesinin çoğulunun imam şek­linde olması, az görülür ki, kullanım biçimi olduğu için Kur'an'da kullanılmış olması uzak bir ihtimal­dir. Bu görüş, Keşşaf adlı tefsirde uydurma bir tefsir biçimi sayılmıştır.

   [5]- Bir başka görüşe göre ayetteki imam kelimesi ile "peşinden gidilen ve uyulan kaynak" kast ediliyor. Bu kaynak akıl sahibi bir insan olabileceği gibi öyle olmayan bir varlık da olabilir, hak olabi­leceği gibi batıl da olabilir. Peygamber, veli, şeytan, sapık önderler, hak ve batıl dinler, semavi kitaplar, sapık içerikli kitaplar, iyi ve kötü gelenekler gibi. Bu yoruma göre her insan gurubunun imamı ile çağ­rılması, kıyamet günü bir şeye uyanlarının, kinayeli bir ifadesidir. Bu yoruma göre imam kelimesinin başındaki "be" harfi "musahabe" içindir.

   Bu görüşe yönelik itirazımız az önce naklettiğimiz ve imam kelimesi ile peygamberlerin ve sa­pıklık önderlerinin kast edildiğini ileri süren görüş hakkındaki itirazımızın aynısıdır. O görüş hakkında şöyle demiştik: "Kelimenin Kur'an dilinde kendine mahsus bir anlamı varken onu sözlük anlamına yor­mak, o kelimenin Kur'an dilinde özel bir anlamı olmadığı takdirde doğru olur."

   Oysa az önce söylediğimiz gibi imam kelimesi, Kur'an dilinde Allah'ın emri uyarınca insanları doğru yola yönelten ile sapıklıkta peşinden gidilen anlamında kullanılıyor. Buna göre imam kelimesi­nin başındaki "be" harfinin "alet anlamı" taşıması mümkündür. Bu noktayı iyi anlamak gerekir. Üstelik kitabın, geleneğin, dinin ve benzeri kaynakların yönlendirilmesi sonuçta bir önderin yönlendirmesine indirgenir. Bunun yanı sıra peygamber de Allah'ın emri uyarınca rehberlik eden bir imam olması hasebi ile insanları yönlendirir, Gayb ile ilgili bilgileri vermesine veya kendisine gönderilen mesajları insanla­ra iletmesine gelince bu fonksiyonu ile ya nebi veya resuldür, imam değildir. Tıpkı bunun gibi; batıl mezheplerin, sapık içerikli kitapların ve köksüz geleneklerin insanları yoldan çıkarmaları, gerçekte bun­ların kurucularının ve uydurucularının yoldan çıkarmalarıdır.

   "Kimlere amel defteri sağ tarafından verilirse onlar defterlerini sevine sevine okurlar. Onlara kıl ucu kadar bile haksızlık yapılmaz." (İsra, 71) Bu ifadedeki ikiye ayırmanın insan gurup­larının imamları ile birlikte çağırmalarının sonucu olarak sunulması kanıtlıyor ki, onların amel defteri sağ taraftan verilenler ile kör ve yolunu şaşırmışlar diye ikiye ayrılmalarının gerekçesi imamlarına uy­muş olmalarıdır. Demek ki, imam hidayet ve sapıklık imamı olmak üzere iki türlüdür. Yukarda burada­ki ikiye ayırmanın ayetin öncesinin sonucu olarak sunulmasının imam kelimesinin hidayet imamından daha geniş kapsamlı olduğuna tanıklık ettiği şeklindeki açıklamamız ile bunu kast etmiştik.

   Başka ayetlerde buradaki "Bu dünyada gerçekler karşısında kör olan kimse ahirette de kör ve yolunu daha şaşırmış olur." (İsra, 72) ifadesi yerine amel defterinin soldan veya arkadan verilme­sinin yer alması da bu gerçeğin başka bir tanığıdır. Ayetin akışının yardımı ile ortaya çıkan ifadenin an­lamı şudur: O zaman insanlar ikiye ayrılırlar. Amel defterleri sağ taraflarından verilenler amel defterle­rini sevinerek, müjdelenmiş olarak, mutluluğun sürürünü tadarak okurlar. Onlara bir çekirdek kırıntısı kadar bile haksızlık edilmez, tersine amellerinin karşılığı kendilerine tam ve eksiksiz olarak verilir.

   "Bu dünyada gerçekler karşısında kör olan kimse ahirette de kör ve yolunu daha da şa­şırmış olur." Ayette "fi'l-ahireti" ibaresinin "fi hazihi" ibaresinin karşıtı olarak kullanılması "fi ha­zihi" ibaresi ile dünyaya işaret edildiğinin delilidir. Bunun yanı sıra ayette dünya ve ahiret hayatı ile arasındaki uyumun açıklanması ahiret körlüğü ile basiret körlüğünün kast edildiğine delidir. Nitekim "Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur." (Hac, 46) ayetin­de görüldüğü gibi dünyadaki körlükten de maksat budur. Ayrıca bu cümleyi "Yolunu daha da şaşır­mış olur." cümlesi de bunu teyit eder.

   Ayetin anlamı şudur: Dünya hayatından hak imamı tanımayan ve hak yolu izlemeyen kimse ahiret hayatında mutluluğu, kurtuluşu bulamaz ve Allah'ın affına ve rahmetine mazhar olamaz.

   Bir tefsirciye göre ayetteki "fihazihi" ibaresi daha önce sözü edilen nimetlere işaret ediliyor ve ayetin anlamı "Allah'ın bağışladığı o nimetler karşısında kör olur." şeklindedir.

   Fakat yaptığımız açıklamadan bunun böyle olmadığı açıkça anlaşılıyor.

   Bunun yanı sıra bir başka tefsirci dünya körlüğü ile basiret körlüğünün, ahiret körlüğü ile de göz körlüğünün kast edildiğini ileri sürmüştür. Yaptığımız açıklama bu yorumun asılsızlığını kanıtlar. Ayrıca ahiretteki göz körlüğü, basiret körlüğüne dayanabilir, ona eşlik edebilir. Çünkü yüce Allah "O gün gizli sırlar ortaya dökülür." (Tarık, 9) buyuruyor.

   Bir tefsirci ayetteki ikinci körlük kelimesinin daha ileri derecede körlük anlamına geldiğini çünkü "Yolunu daha da şaşırmış..." olmakla tefsir edildiğini ileri sürmüştür ki, bu anlamı ayetin içe­riği desteklemektedir.

   RİVAYETLER İŞIĞINDA İNCELEME

   Ayyaşi tefsirinde Fudayl'e dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Ebu Cafer (a.s) "Biz o gün insan guruplarını önderleri ile birlikte çağırırız." ayeti hakkında şöyle dedi:

   «Peygamberimiz (s.a.a) kavmi içinde, İmam Ali (a.s) kavmi içinde, İmam Hasan (a.s) kavmi içinde, İmam Hüseyin (a.s) kavmi içinde gelir. Herkes, döneminde öldüğü imamla birlikte gelir.»

   Burhan tefsirinde İbn Şehraşub'a dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Sadık (a.s) şöyle dedi: «Allah'a hamd etmez misiniz ki, kıyamet günü olunca her kavim önder edindiği kişinin yanına çağrılır. 0 zaman biz peygamberimize ve siz de bize sığınırsınız.»

   Ben derim ki: Bu rivayet Mecma'ul Beyan adlı tefsirde yine İmam Sadık'tan nakledilmiş. Bu rivayet, "Peygamberimizin imamların imamı ve şahitlerin şahidi" olduğuna ve aynı zamanda imama hağh olarak çağrılma hükmünün imamların kendileri içinde geçerli olduğuna delil teşkil eder.

   Mecma'ul Beyan tefsirinde İmam Ali b. Musa Rıza'nın (a.s) sahih isnatlarla atalarından naklet­tiklerine göre peygamberimiz bu ayet hakkında şöyle dedi: «Her insan gurubu, zamanının imamı, Rab-binin kitabı ve peygamberinin sünneti ile çağırılır.» Bu rivayeti Burhan tefsiri, İbn Şehraşub'a, o da atalarına ve ataları da peygamberimize dayanılarak aynı sözlerle nakletmişlerdir... Durru'l-Mensur adlı eserde İbn Murdeveyh aracılığı ile İmam Ali'ye (a.s) dayanılarak verilen bilgiye göre peygamberimiz şöyle dedi: «Her kavim zamanının imamı, Rabbinin kitabı ve peygamberinin sünneti ile çağırılır.»

   Ayyaşi tefsirinde Ammar Sabati'ye dayanılarak verilen bilgiye göre İmam Sadık (a.s) şöyle de­di: «Yeryüzü, hiçbir zaman Allah'ın helal ettiklerini helal ve haram ettiklerini haram edecek bir imam­dan yoksun bırakılmaz. "O gün insan gurupları imamları ile birlikte çağırılırlar." ayetinin anlamı budur. Öte yandan peygamberimiz "Kim imamsız olarak ölürse cahiliye ölümü ile ölmüş olur." dedi.»

   İmam'ın bu ayeti delil göstermesinin gerekçesi buradaki çağrının bütün insanları kapsamasıdır.

   Aynı eserde İsmail b. Humam'a dayanılarak... İmam Sadık (a.s) "O gün insan gurupları ön­derleri ile birlikte çağrılırlar." ayeti hakkında şöyle dedi: «Kıyamet günü olunca Allah "Rabbinizden adaleti gereği midir ki, her kavim önder edindiği kişinin peşinden gitsin?" buyurur. İnsanların "evet" demeleri üzerine Allah: "O halde ayrılın." buyurur. Bunun üzerine insanlar guruplara ayrılırlar.»

   Ben derim ki: Bu rivayet, bizim insan guruplarının çağırmaktan maksadın onlara seslenmek değil, onları imamları ile birlikte huzura çağırmak olduğu yolundaki yorumumuzu teyid etmektedir. Bu anlamlardaki rivayetler çoktur. [el-Mîzan, (İsra, 71) Tefsir.]

   Kimler Hakkında Şefaat Edilir?

   Kıyamet günü haklarında şefaat edilecek kişilerin belirlenmesinin dini anlayış ve edep tavrıyla uyuşmadığını, ancak bütünüyle müphemlik perdesinden soyutlandırılmamakla birlikte bir ölçüde bilin­melerinde de bir mahzur olmadığını daha önce öğrenmiş bulunuyorsun. Kur'ân'ın ifade tarzı bu şekilde meseleyi ortaya koymaktadır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Herkes kendi kazandığının rehinidir. Yalnız sağ ehli hariç. Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar: 'Sizi bu yakıcı ateşe ne sürük­ledi?' Derler ki: 'Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Sonunda bu hâlde iken ölüm bize gelip çattı.'Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." (Müddessir, 38-48)

   Burada yüce Allah, kıyamet günü her nefsin kazandığı günahların rehini olduğu, geçmişte işle­diği hatalardan dolayı sorgulanacağını, ama sağ ehli olanların bu kapsamın dışında tutulacağını, rehinlikten kurtarılıp serbest bırakılacaklarını ve cennetlere yerleştirileceklerini belirtmektedir. Ardından on­larla amellerinden dolayı rehin tutulan ve yakıcı ateş içinde sorgulanan suçlular arasında bir perde ol­madığını dile getirmektedir. Sağ ehli olanlar, suçlulara yakıcı ateşe nasıl sürüklendiklerini soruyor, onlarsa kendilerini ateşe sürükleyen bazı sıfatlarına işaret ederek kendilerine yöneltilen soruyu cevaplan­dırıyorlar. Bu sıfatların sıralanmasının ardından, bundan dolayı şefaatçilerin şefaatlerinin kendilerine bir yarar sağlamadığı şeklinde bir ayrıntıya yer veriliyor.

   Bu açıklamanın sonucu, sağ ehli olanların söz konusu sıfatlara sahip olmadıklarıdır ki, ifade tarzından bu sıfatların şefaatin kapsamına girmeye engel oluşturduğu anlaşılmaktadır/Şefaatin kapsamı­na girmeye engel oluşturan bu sıfatlara sahip olmadıkları için, şefaatten yoksun bırakılan ve yakıcı aza­ba sürüklenen suçlulardan ayrı olarak, yüce Allah onları günahlarından dolayı rehin tutulmaktan ve amellerinden ötürü sorguya çekilmekten kurtarmıştır. Söz konusu rehinlikten kurtulma ve sorgulamanın dışına çıkma da ancak şefaatle olmuştur. Şu hâlde haklarında şefaat edilen kişiler sağ ehli olanlardır. Ayetlerde, sağ ehli kimseler söz konusu olumsuz niteliklere sahip olmayanlar olarak tanıtılmaktadırlar. Şöyle ki: Bu ayetler Müddessir suresinde yer almaktadır. Ayetlerin içeriğinden de anlaşıldığı gibi bu sure, Mekke döneminin başlarında inen surelerdendir. O dönemde ise, bugünkü şekliyle namaz ve ze­kât ibadetleri belirlenmemişti. Şu hâlde, "Biz namaz kılanlardan değildik." (Müddessir, 43) ifadesindeki "namaz"dan maksat, kulluk sunmak amacıyla boyun eğip Allah'a yönelmektir. Yoksulları doyur­makla da genel anlamda Allah yolunda muhtaçlara infak etme, malî yardımda bulunma kastedilmiştir. Bu iki kavramla, İslam şeriatında bugünkü şekliyle yer alan namaz ve zekât ibadetleri kastedilmiştir.

   Dalmaktan maksat ise, ya hayatın eğlencelerine ve dünyanın çekici süslerine kapılmaktır. Ki bunlar, insanı ahirete yönelmekten, hesaplaşma gününü anmaktan ahkoyar ya da hesaplaşma gününü hatırlatan müjdeleyici ve uyarıcı ayetlere tam anlamıyla karşı gelmektir.

   Bu dört nitelik yani, "Allah'a yönelmeyi ve Allah yolunda malî harcamada bulunmayı terk et­mek, boş ve yararsız şeylere dalmak ve caza gününü yalanlamak" insanda gerçekleşince, artık dinin te­melleri yıkılmış olur. Aynı şekilde bunların karşıtlarıyla da dinin temelleri pekiştirilmiş olur. Çünkü din, dünyaya sarılmaktan vazgeçip ahirete yönelmek suretiyle tertemiz hidayet rehberlerine uymaktır. Bu da boş şeylere dalmayı terk etmek ve ceza gününü tasdik etmekten ibarettir. Bu ikisi de, kulluk kastı taşıyan davranışlarla Allah'a yönelmek ve toplumun ihtiyaçlarının giderilmesi için çabalamayı gerekti­rir. Bunları sembolize edenlerse namaz ve Allah yolunda infaktır. Şu hâlde, din ilim ve amel açısından bu dört temel unsura dayanır. Tevhit ve nübüvvete inanmak gibi dinin diğer temel unsurları da bu dört şeyin doğal olarak gerektirdiği şeylerdir. Bu hususa iyice dikkat edin ve üzerinde düşünün.

   Buna göre, şefaat sayesinde kurtuluşa erenler sağ ehli olanlardır. Bunlar, amelleri kabul görmüş veya görmemiş olsun, şefaate muhtaç olsunlar veya olmasınlar din ve inanç açısından beğenilen kimse­lerdirler. Şefaat bunlar için öngörülmüştür. Buna göre, şefaat sağ ehlinin günahkârları içindir. "Eğer si­ze yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisa, 31) ayetinin gereğince de, kimin kıyamet gününe kadar affedilmeyen bir günahı kalmışsa, o, kesinlikle bü­yük günah işleyen kimselerdendir. Çünkü eğer günah, küçük günahlardan olsaydı, hiç kuşkusuz görmez likten gelinecekti. Bu açıklamalarımızla şu sonuca varılıyor: Şefaat, sağ ehlinden olup da büyük günah işleyen kimseler için ön görülmüştür. Nitekim Resûlullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyen kimseler içindir. Muhsinlere gelince, onlar aleyhine bir yol yoktur."

   Bunların sağ ehli (ashab-ı yemîn) olarak nitelendirilmeleri, sol ehli (ashab-ı şimal) olarak nite­lendirilen zümreye karşılıktır. Kimi zaman "ashab-ı meymene" ve "ashab-ı meş'eme" olarak da nitelen­dirilirler. Bunlar Kur'ân'ın, kıyamet günü amel kitabının sağdan veya sol taraftan verilmesini esas alarak kullandığı kavramlardır. Allah şöyle buyuruyor: "Her milleti önderleriyle çağırdığımız gün kimlerin kitabı sağından verilirse işte onlar, kitaplarını okurlar ve en ufak bir haksızlığa uğratılmazlar. Şu dünyada kör olan kimse, ahirette de kördür ve yol bakımından daha da sapıktır." (İsrâ, 71-72)

   Ayrıca yüce Allah başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler." (Enbiyâ, 28) Bu ayette Allah'ın razı olduğu kimseler hakkında şefaat edileceği kesin biçimde ortaya konmaktadır. "Rahman'ın izin verip sözünden razı olduğu kimseden başka." (Tâhâ, 109) ayetinin aksine burada "razı olma" fiilinin bir amel veya başka bir şeyle bağlantılı olarak kullanıl­mamış olmasından anlaşılıyor ki maksat, yüce Allah'ın kendilerinden, yani dinlerinden razı olmasıdır, amellerinden değil. Dolayısıyla bu ayet-i kerime de sonuç ve ifade bakımından önceki ayetlerle aynı noktaya dönüktür. Yüce Allah bir ayette de şöyle buyuruyor: "Muttakileri heyet hâlinde Rahman'ın huzuruna topladığımız gün, suçluları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahman'ın huzurunda söz (ahit) almış olanlardan başkaları şefaat edilmeye malik değildir." (Meryem, 85-87)

   Demek ki, yüce Allah'ın katında söz almış olanlar için şefaat edilebilir. (Buradaki mastar (şefa­at), meçhul fiil anlamını ifade eder. Yani, "la yemlikûn'eş-şefaete=şefaate malik değildirler." Anlamın­dadır.) Çünkü her suçlu, ateşe girmesi kaçınılmaz olan kâfir değildir. Bunun kanıtı da Allah'ın şu sözü­dür: "Kim Rabbine suçlu olarak gelirse, onun için cehennem vardır; orada ne ölür, ne de yaşar. Kimde ona salih ameller işleyen bir mümin olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler var dır." (Tâhâ, 74-75) Demek ki, "salih amel işleyen mümin"in dışında kalan suçludur. Bu noktada mümin olmaması ile iman edip de salih amel işlememesi arasında bir fark yoktur. Buna göre hak din üzerinde olup da salih amel işlememiş suçlular da vardır. İşte Allah katında söz almış olanlar bunlardır. Allah'ın şu sözü de buna işaret etmektedir: "Ey Âdem oğulları, ben size and vermedim mi: Şeytana tapma­yın, o sizin apaçık düşmanını/dır. Bana kulluk sunun, doğru yol budur, diye?" (Yâsîn, 60-61)

   Şu hâlde, "Bana kulluk sunun" ifadesi, emir anlamında ahittir.

   "Doğru yol budur" ifadesi de, emirlere sarılmak anlamında ahittir. Çünkü doğru yol, mutlulu­ğa ve kurtuluşa iletici kılavuzluğu da kapsamaktadır.

   Öyleyse sözü edilen kimseler, kötü amellerinden dolayı ateşe giren müminlerdir. Sonra şefaat aracılığı ile bu ateşten kurtulurlar. Yüce Allah'ın şu sözünde de bu anlama dönük işaret vardır: "Dediler ki: 'Sayılı birkaç gün dışında bize asla ateş dokunmayacaktır.' De ki: Allah'tan bir söz (ahit) aldınız?" (Bakara, 80) Bu ayetler de yukarıdaki ayetlerin vurguladıkları amaca yöneliktirler. Buraya ka­dar sunduğumuz ayetlerin hepsi şefaate konu olanların, yani kıyamet günü kendileri için şefaatte bulu­nulacak kimselerin hak dini benimsemekle beraber büyük günah işleyen kimseler olduğunu kanıtla­maktadır. Bunlar, dinleri Allah tarafından hoşnutlukla karşılanan kimselerdirler. [el-Mîzan, 1/238-242]

 

[49]- Bu rivayet örnek verme ve uyarlama niteliği taşır. Burada imamın sahip olduğu din bilgileri alanındaki kemalin kast edilmiş olması mümkündür. [el-Mîzan, (İsrâ, 9) Tefsir.]

 

[50]- Bu hadis uyarlama ve çıkarsama mahiyetindedir. [el-Mîzan, (İbrahim, 28) Tefsir.]

[51]- el-Müfıd "el-ihtisas" adlı eserde, kendi rivayet zinciriyle Ebu Bekir b. Muhammed el-Hadremi'den, o da İmam Bakır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Hiç bir insan yoktur ki, iki gözünün arasında mümin veya kâfir olduğu yazılı olmasın. Siz bunu göremezsiniz, ama Muhammed (s.a.a) soyundan ge­len imamlar bunu görürler. Onlardan birinin yanına her kim girerse onun mümin veya kâfir olduğunu bilirler." Ardından şu ayeti okudu: "İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır." (Hicr, 75) Bu ayette işaret edilen "ibret alanlar" (ferasetli, keskin sezgileri bulunanlar) Ehl-i Beyt İmamlarıdır.

   Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler hem yaygın, hem de fazladırlar. Ama bu rivayetler, ayetin Ehl-i Beyt İmamları hakkında indiği anlamına gelmezler. [el-Mîzan, (Hicr, 75) Tefsir.]

[52]- "Deki: Yapacağınızı yapın! Amellerinizi Allah da Resulü de müminler de görecektir."

   Ayetin, kendisinden önceki ayetlerle bağlantılı oluşunu göz önünde bulundurursak, hitabın müminlere yönelik olduğunu, onları zekât vermeye sürüklediğini, teşvik ettiğini söyleyebiliriz. Ancak ayetin lafız­ları mutlaktır; hitabın salt zekât veren müminlerle veya bütün müminlerle sınırlandırmayı gerektiren bir kanıt yoktur. Dolayısıyla bu hitabın kâfiriyle, münafığıyla ve müminiyle amel eden bütün insanları kap­sadığını söyleyebiliriz. En azından, münafıklarla müminleri birlikte kapsadığı söylenebilir.

   Ne var ki, bundan önce, münafıkların ele alındığı bir konu bağlamında benzeri bir ayet geçmişti ve orada şöyle buyrulmuştu: "Yakında yaptığınızın gerçek yüzünü) Allah ve Resulü görecektir. Sonra gaybı (görülmeyeni) ve görüleni bilene (Allah'a) döndürüleceksiniz; O da yaptığınız işleri(n gerçeğini) size bildirecektir." (Tevbe, 94) Bu ayette, amellerinin görüleceği hususunda Allah ve Resûlü'nden söz edilirken müminlerden söz edilmiyor. Bundan da, tefsirini sunduğumuz ayette hitabın sade­ce müminlere yönelik olduğuna ilişkin bir işaretin olduğunu anlayabiliriz. Birbirine benzer ifadelere sa­hip olan bu iki ayeti birlikte değerlendirmeye tâbi tuttuğumuz zaman, zihnimizde şu düşünceler uyanır:

   Münafıkların, işledikleri amellerin gerçek mahiyeti, diğer bir ifadeyle amellerinin gerisinde ya­tan maksatları halkın geneline gizli olsa bile maksatlarının ne olduğunu Allah bilir. Resul de Allah'ın vahyi aracılığıyla öğrenir. Müminlere gelince, bunların amellerinin gerçek mahiyeti, yani yaptıklarının gerisindeki maksatları, etkileri ve onların etkisiyle oluşan takvanın yaygınlaşması, İslâm toplumunun işlerinin düzene sokulması, yoksullara yiyecek yardımının yapılması, zekâtın verilmesi gibi yararlı so­nuçları Allah ve Resulü bilir, müminlerde sosyal yaşamları itibariyle bunları pratikte gözlemlerler. Fa­kat amellerin gerçek etkileriyle, genel yararları veya zararlarıyla oluştukları çevrede ortaya çıkmaları, benzerlerine dönüşmeleri bir zaman diliminden sonra başka bir zaman ve bir çağdan sonra başka bir çağ içinde bulundukları çevreye göre şekillenmeleri; sırf bir topluluğun ameline özgü kılınmadığı gibi, bu tür gelişmelerin sonuç ve etkilerinin pratikte gözlemlenmesi de salt bir toplumla sınırlandırılamaz. [Aksine bir topluluğun yaptığı bir iş, ister istemez bir gün etkisini gösterir ve herkes onu görür.]

   Eğer maksat, müminlerin amel eden bazı kimselerin amellerini, amellerinin etkilerini ve sonuç­larını görmeleri olsaydı, diğer bir ifadeyle, amellerin özünün sonuçlar kılığında ortaya çıkmaları olsay­dı, bu böyle bir gözlemin salt bir kavme veya sadece bir kavmin ameline özgü kılınmasını gerektirmez­di. [Aksi durumda şöyle bir soru kaçınılmaz olurdu:] Bunlar nasıl amellerdir ki, aynı toplumda yaşayan müminler onlan görebildikleri halde münafıklar görmüyorlar? Ya da bu münafıklar nasıl insanlardırlar ki, müminlerin de yer aldıkları bir toplumda yaşadıkları ve amelleri müminlerin amelleriyle birlikte oluştuğu halde, yapıp ettikleri müminler tarafından pratikte gözlemlenemiyor?

   Üstelik ayetin akışı belli bir durumla ilintili olduğunu yansıtıyor. Bu da ayetten farklı bir anla­mın algılanmasını gerektiriyor. Çünkü: "Yakında görülmeyeni ve görüleni bilene (Allah'a) döndürü­leceksiniz; O da, yaptığınız işleri(n gerçeğini) size bildirecektir." ifadesi öncelikle şuna delalet edi­yor: "yaptığınızı Allah (...) görecektir." ifadesi, diriliş gününden öncesine, yani dünya hayatına yöneliktir. Çünkü "Ve yakında... döndürüleceksiniz..." ifadesi diriliş (kıyamet) gününe işaret ediyor. O günün öncesi ise dünya hayatıdır.

   İkinci olarak, İnsanlar (münafıklar) amellerinin gerçek mahiyetini ancak diriliş gününde fark edebilirler. Bundan önce sadece zahirini görürler. Bu insanların amellerinin gerçek mahiyetini kavra­maları, Allah'ın kıyamet günü bunları onlara haber vermesiyle sınırlı olduğu halde, bunun yanında bu günden önce yani dünya hayatında Allah'ın Resulünün ve müminlerin onların amellerini göreceklerin­den söz edilerek, Allah ile birlikte Resulü ve başkaları da zikrediliyorsa -üstelik Allah bu amellerin ger­çek mahiyetini bilir ve peygamberine de bunu vahyeder- bu gösteriyor ki, ayette sözü edilen müminler­den maksat, amellere şahitlik edenlerdir, müminlerin tamamı değil. Nitekim şu ayet ve benzerleri bu gerçeğe dikkatimizi çekmektedir: "Böylece sizi orta bir millet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamberde size şahit olsun." (Bakara, 143)

   Dolayısıyla ayeti şu şekilde anlamlandırmamız gerekiyor: De ki ey Muhammed: (İstediğinizi) yapın. İster iyi olsun, ister kötü olsun! Allah sizin amelinizin gerçek mahiyetini görecektir. Resul ve amellere şahitlik eden müminlerde görecektirler. Sonra kıyamet günü görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size amellerinizin gerçek mahiyetini haber verecektir.

   Diğer bir ifadeyle: İşlediğiniz hayır veya şer nitelikli her hangi bir amelin gerçek mahiyeti gö­rüleni ve görülmeyeni bilen Allah tarafından görülmekte, gözlemlenmektedir. Sonra Resul ve müminler de bu dünyada amellerinizin gerçek mahiyetini görmekte gözlemlemektedirler. Sonra da sizin kendiniz, kıyamet günü amellerinizin gerçek mahiyetini görüp anlayacaksınız.

   Bu bakımdan ayet, insanları kendi amellerini gözetleyip denetlemeye teşvik ediyor ve onlara şunları hatırlatıyor. İnsanların işledikleri hayır veya şer nitelikli her amelin her hangi bir örtüyle perdelenemeyeceğinin bir gerçekliği vardır. Bunların yaptıklarından haberdar olan ve amellerinin gerçek ma­hiyetlerini görüp gözetleyen, gözlemleyen denetçiler vardır. Bu denetçi gözetmenler ise Allah'ın Resulü ve amellerin şahidi olan (amellere tanıklık etme misyonları bulunan) müminlerdir. Tabi yüce Allah da bu gözlemcilerin arkasından onların tümünü kuşatmıştır. Dolayısıyla hem Allah onları (insanların yap­tıklarını) görüyor hem de bunlar (Peygamber ve müminler). Yine [bu çerçevede belirtiliyor ki:} Yüce Allah kıyamet günü, bizzat amel edenlerin de görmeleri için bu hakikatler üzerindeki perdeyi kaldıra­caktır. Nitekim bir ayette şöyle buyrulmuştur: "And olsun sen bundan gaflette idin, derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bu gün artık gözün keskindir." (Kaf, 22) Hiç kuşkusuz insanın, hiç kimsenin göremediği bir kuytuda bir amel işlemesi ile aynı ameli insanların gözü önünde ve kendisinin de bunun farkında olarak açıktan işlemesi arasında büyük bir fark vardır.

   Tefsirini sunduğumuz ayetin içerdiği anlam bu. Bundan önce geçen: "Seferden dönüp onların yanına geldiğinizde size mazeret gösterirler. De ki: Boşuna mazeret göstermeyin! Çünkü size asla inanmayız! Çünkü Allah, sizin bazı haberlerinizi bize bildirmiştir. Yakında yaptığınızın gerçek yüzünü) Allah ve Resulü görecektir. Sonra gaybı (görülmeyeni) ve görüleni bilene (Allah'a) dön­dürüleceksiniz; O da yaptığınız işleri(n gerçeğini) size bildirecektir." (Tevbe, 94) ayetine gelince, bu ayette hitap, münafıklar içinde yer alan belli bazı şahıslara yöneliktir. Burada Allah, Peygamberine (s.a.a) özürlerini geri çevirmesini ve onlara şu gerçeği hatırlatmasını emrediyor: Allah onların planla­dıkları şeyleri, münafıkların haberlerini anlatan ve kötü amellerini gözler önüne seren bu ayetleri indi­rerek, Hz. Peygamber'e ve İslâm ordusuna onunla birlikte yer alan diğer müminlere bildirmiştir.

   Sonra, amellerinin gerçek mahiyetinin Allah'tan gizli olmadığı, Ona saklı kalmadığı aynı şekil­de Resûlü'nün de bunlardan haberdar olduğu vurgulanıyor. Bu arada sadece Allah'ın peygamberinin (s.a.a) bunu bildiği belirtiliyor. Peygamberle birlikte amellere tanıklık eden başka bir müminden söz edilmiyor. Ardından da yüce Allah'ın kıyamet günü münafıkların kendileri için amellerinin gerçek ma­hiyetini gözler önüne sereceği dile getiriliyor.

   İşte, zahiren birbirine benzeyen iki ayet arasındaki fark budur. Tefsirini sunduğumuz ayette, Al­lah, Resulü ve müminlerden söz edilmişken, öbür ayette, sadece Allah'tan ve Resûlü'nden söz edilmiş ve açıklama bununla sınırlı tutulmuştur. Ayetin anlamı üzerinde düşündüğümüzde bunu görüyoruz. Ha­la ikna olmayan ve ayetin zahiri anlamını tasavvur etmekte ısrar eden biri varsa, varsın şunu söylesin: Münafıklara hitaben sunulan ayette geçen "Allah ve Resulü..." ifadesi, münafıkların Allah ve Resûlü'ne karşı bir komplo içinde olmalarından dolayı seçilmiş bir ifadedir. Bu hususta onların müminlerle bir a-lıp veremedikleri yoktur. Genel bir hitap niteliğindeki ayette "Allah, Resulü ve müminlerden" söz edil­miş olması ise, muhatapları, salih insanların oluşturdukları bir sahnede, kendilerinin dışındaki kâfirlerin ve münafıkların durumuna aldırış etmeden salih ameller işlemeye teşvik etme amacına yöneliktir. Oku­yucuların bu iki ayetin ifadelerinin inceliklerine özellikle dikkat etmesi gerekir. [el-Mîzan, 9/573-577]

   [431. hadis "imam" kelimesinin dip notun da]... "Melekût" kavramının "emir" olduğunu, onun­da şu âlemin iki yönünden birini oluşturduğunu vurgulamıştık. Çünkü yüce Allah'ın: "Emrimizle doğ­ru yola iletirler." ifadesi gösteriyor ki, imam, hidâyet kavramı ile ilgili olan her şeyin -kalpler ve amel­lerin- batınını ve hakikatini bilir. Söz konusu şeyin emirle (melekût) ilgili yönü imamın gözü önünde­dir, ona gizli olamaz. Bilindiği gibi kalpler ve ameller diğer şeyler gibi iki yönlüdürler. Dolayısıyla imam kulların hayır ve şer nitelikli amellerini görür. O her iki yolu da kontrol eder. Yani hem mutlu­luk, hem de bedbahtlık yolunu... [el-Mîzan, c.l, s.387]

 

[53]- Biliniz ki, Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) aktarılan bazı rivayetlerde, ayetlerde geçen hidayet ve yol kavramlarının Ali (a.s)'ın velayeti şeklinde izah edildiği görülmektedir. Bunların tefsirle ilgisi yoktur, uyarlama niteliğinde açıklamalardır. [el-Mîzan, (Cin, 16) Tefsir.]

[54]- İbn Ebi'l-Hadid, Şerhu Nehc'ul-Belağa, 2/449; Hafız Ebubekir Ahmed b. Huseyn Beyhakî eş-Şafıi, "Menakıb"da; Ahmet bin Hanbel "Müsned"de; Fahri Razi "Tefsir-i Kebir"de "Mübahele" ayetinin tefsirinde; Muhyiddin Arabî "Yevakit ve Cevahir" adlı kitabının 32. konusunun s.l72'de; Süley­man Belhî Hanefî, "Müsned-i İmam Ahmed", "Sahih-i Beyhakî", "Şerh'ul-Mevakıf ve "Tarikat'ul-Muhammediyye"den naklen "Yenabi'ul-Mevedde" kitabının 40. babının başlarında; Nurettin Maliki Beyhaki'den naklen "Fusurul-Mühimme," s.121; Muhammed bin Talha eş-Şafıî, Metalib'us-Süul, s.22; Muhammed b. Yusuf Genci eş-Şafıî, Kifayet'ut-Talib 23. babında, lafız ve ibarelerde az çok farklılıkla Resûlullah (s.a.a)'nin şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: «Âdem'in ilmini, Nuh'un ibadetini, İbrahim­'in dostluğunu, Musa'nın heybetini ve İsa'nın zühdünü görmek isteyen Ali b. Ebu Tâlib'e baksın, (onlara selâm olsun)» [Seyyid Muhammed Musavî, Peşaver Geceleri, s.316, Kevser Yayınları, İstanbul-2004]

[55]- O günkü müşrikler Ali'nin vasî olmasından dolayı İslâm'ın yok olacağından ümitlerini kesti­ler. "Bu gün kâfirler sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan kork­mayın, benden korkun." (Maide, 3)

[56]- "İbn-i Mesut'un Kur'ân'ında yüz on iki sûre olduğu, Muavvezeteyn'in bulunmadığı, Ka'b oğlu Ubeyy'in Mushafında, sonda "Hıfd ve Hal" adlı iki sûre olduğu ve bu suretle yüz on altı sûre bulundu­ğu rivayet edilmiştir. Gene bu sahabinin mushafında, Fil süresiyle Kureyş sûresi bir sûre sayıldığından yüz on beş sûre bulunduğu da ayrı bir yolla rivayet edilmiştir. İki sûre, birçok rivayetlerden anlaşıldığı­na göre iki kunut duasıdır (el-İtkan, s.69) Cumhur, bu iki duanın Kur'ân'a dahil olmayıp, me'sür dua­lardan olduğuna ittifak etmiştir. Zaten Kur'ân üslûbu hakkında en az bir bilgisi bulunan bile bu iki dua­nın Kur'ân'dan olmadığını derhal anlar. İbn Mes'ud'un, Muavvezeteyn'i Kur'ân'dan saymaması, onları dua zannettiğinden ileri gelen bir şey olabilir. Halbuki Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve sahabesinin bunları okumaları ve bunlarla, namaz kılmaları, bu iki sûrenin Kur'an'a dahil olduğuna en açık delildir.

   Müslim, Ebu Musa Eş'ari'nin ben; uzunlukta, şiddetde Tevbe süresine benzer bir sure okuyor­dum, unuttum, hatırımda yalnız şu kalmış: "Ademoğlu, iki vadi dolusu malı olsa üçüncü bir vadi ister; insanın hırsını toprak doyurur. Birde Sebbeha'ya benzettiğimiz bir süre vardı onu da unuttum..." dediği­ni tahriç ediyor (Sahih-i Müslim, c.l, Kitab-üz-Zekat, Mısır, Bulak. 1290, s.286)

   Fakat bu söz, Said oğlu Süveyd'den gelmektedir. Zehebî, Mîzan-ul-İ'tidal fi Nakd-ir-Ricâl'de bu zattan bahsederken ekseriyeti, bu adamın sözüne güvenmediğini, uzun bir ömür sürdüğünü, son za­manlarında gözlerinin görmediğini söylüyor. İbn Habbâb'ın, Süveyd'i zındıklıkla yerdiğini, Buhâri ve Ebû-Davud'un, bu zata itimat etmediğini kaydediyor. (Hindistan basımı, 1308, c.l, s.390-392)

   Esasen Müslim, "Âdemoğlunun iki vadi dolu malı olsa üçüncü bir vadiye sahip olmak ister ve Tanrı, tövbe edenin tövbesini kabul eder." sözünü, birinci cüzde, Kitâb-uz-Zekât’ta hadis olarak tahric eder (s.284-285). Dört yolla tahric ettiği bu hadisten sonra yukarda zikredilen sözü nakleder ki bu, onun metodudur. Kitabının önsözünde, ayıptan salim olan hadisleri tahricden sonra hıfız ve itkanla mevsuf olmayanların haberlerini aldığını bildirir (s.3). Demek ki Müslim de bu sözün gerçek oluşundan şüphe­lidir. Açıkça anlaşılıyor ki bu söz, bir Sûre'den bir âyet değildir, doğrudan doğruya hadistir. Artık râvîsî şüpheli olan Sebbeha'ya benzetilen sûre hakkında münakaşaya hiç lüzum yoktur. Hasılı bu çeşit şâz ri­vayetler, Kur'ân'ın bâzı sûre'lerinin bâzı âyetlerinin noksan olduğuna delil sayılmaz.

   Ehl-i Sünnet arasındaki bu zayıf ve şâz rivayetlere benzer bâzı rivayetler, Şia-i İmamiyye'de de vardır. Mesela imamlardan, bâzı âyetlerin, Kur'an'da olmayan bâzı fazla sözlerle okunduğu rivayet edilmiştir. Fakat Şia-i tmamiyye müctehidleri, bunların, doğru olsa bile ancak tefsir veya te'vil yollu sözler olup Kur'an'dan olmadığını ittifakla söylemişlerdir. İmamiyye'ye göre de Kur'an, Hz. Peygam­berin zamanında okunmaktaydı, ezberlenmekteydi, hattâ hatim sürülmekteydi. Bu bakımdan Kur'ân'ın elimizdeki Kur'an'dan ibaret olduğunda, bundan fazla yahut eksik diyenlerin sözlerinin kabul edileme­yeceğinde ittifak vardır. (Mecma'-ül Beyân'ın önsözü, Tebriz, 1311-1312)

   Şeyh Saduk Ebû Cafer Muhammed ibn Bâbeveyh-il-Kummi, «Risalet-ül-İ'tikadat»ının «Bab-ul-İ'tikad fıl-Kur'an» kısmında aynen der ki: Kur'an hakkında itikadımız şudur: "Gerçekten de o, Allah kelâmıdır, O'nun vahyidir, O'nun tarafından indirilmiştir, O'nun sözüdür, O'nun kitabıdır ve şüphe yok ki önünden de bir bâtıl geçmez, karışmaz ona, sonundan da. Hüküm ve hikmet sahibi, her şeyi bilen Tanrı tarafından indirilmiştir ve şüphe yok ki o, her şeyi açıklayan sözdür, şaka değil ve kutlu, ulu Tan­rı onu söylemiştir, indirmiştir ve Rabbi, onu koruyandır, o sözle konuşandır...»

   Hâsılı Gulat'ın hiçbir temele ve delile dayanmayan iddiaları bir tarafa atılınca Kur'an, bazı fürû'da, hatta usulü kabulde birbirine zıt mezhepler tarafından bile hiçbir suretle bozulmadığı, fazla yahut eksik olmadığı kabul edilen bir kitaptır. [Abdulbaki Gölpınarlı, Kur'an-ı Kerim ve meali, s.8-9]

[57]- Bu gibi rivayetlerinin asıl kökü, Allah-u Teâlâ’nın (Ra'd, 17) ayetinde beyan ettiği bir mesel­dir: "O gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerinee sel olup aktı. Bu sel, üste çıkan bir köpü­ğü yüklenip götürdü... İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir." [Tabatabaî, İslâm'da Şiâ, s.86]

 

[58]- "Kâfir olanlar: Sen resul olarak gönderilmiş bir kimse değilsin, derler. De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitabın bilgisi olan yeter." (Ra'd, 43)

   "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter." ifadesi, Allah'ı şahit gösterme ama­cına yöneliktir. Çünkü elçi gönderme işi Onun yetkisindedir, O, bu işin sahibidir. Bu, bizzat yerine ge­tirilen gönüllü bir şahitliktir; sırf dayatılan bir şahitlik değildir. Çünkü: "Sen şüphesiz peygamberler­densin. Doğru yol üzerindesin." (Yasin, 3-4) türü ifadeler Kur'an'da yer alan ayetlerdirler. Dolayısıyla bunların mucize/ayet olmaları, yine bunların Allah'ın sözleri olmaları zorunludur. Dolayısıyla zorunlu bilgiye uygunlukları itibariyle risalet misyonuna delalet etmeleri de zorunludur. Biz gönüllü olarak ger­çekleştirilen şahitlikten bundan başka bir şeyi anlamıyoruz.

   Bazı tefsir bilginleri yüce Allah'ın bu ayette sözü edilen şahitliğini şöyle açıklamışlardır:

   "Allah benim resul olarak gönderilmiş bir kimse olduğuma ilişkin öyle somut ve kesin kanıtlar sunmuştur ki, başkasının şahitliğine ihtiyacım yoktur." devamla şöyle demişlerdir: "Fiil olmasına karşın bu olgunun şahitlik olarak isimlendirilmesi bir tür mecazi kullanımdır. Çünkü bu fiil bizzat şahitliğe gerek bırakmadığı gibi, ondan daha etkilidir."

   Ne var ki, bu yorumu yapan müfessirler, yöneldikleri amaca götürmeyen bir yöntemi esas almış­lardır. Şöyle ki: Peygamberin (s.a.a) resul olarak gönderilmiş olduğunun kanıtı ya Kur'an'dır, ki ölümsüz bir mucizedir. Ya da onun dışındaki olağanüstü şeyler ve mucizelerdir. Görüldüğü gibi, surenin içerdiği ayetleri, kâfirler, bu ikinci kısımda ileri sürdükleri önerilerinin cevabı olarak kabul etmiyorlar. O halde onların cevap olarak kabul etmedikleri bir şeyi şahit göstermenin anlamı yoktur. Kur'an'a gelince, ona dayanmak, ancak onun risaletini doğrulayan bir mucize olması açısıyla olabilir. Yani Kur'an Allah'ın ke­lamıdır ve peygamberin gönderilmiş bir elçi olduğuna delalet etmektedir. Böyle olduğuna göre, Kur'an'ın Allah'ın kelamı olup risaletin gerçekliğine delalet ettiği, yani Kur'an'ın şehadet kavramının gerçek anlamıyla risalete tanıklık ettiği gerçeğinden vazgeçip, onun Allah tarafından sunulmuş fiili bir kanıt olduğu ve mecazen şahitlikle nitelendirildiği şeklindeki bir yaklaşımı benimsemenin ne anlamı vardır?

   Kaldı ki, yüce Allah'ın fiilinin kanıtsallık bakımından sözünden daha etkili olduğunu söylemek doğru değildir. Bundan anlaşılıyor ki: "Allah benimle sizin aranızda şahittir." ifadesinin anlamı şu­dur: Kur'an'da risaleti tasdik etmek maksadıyla yer alan ifadeler peygamberlik misyonuna yönelik tanıklar konumundadırlar. Şahitliğin yorumsal bir şahitlik olarak kabul edilmesi ise, ayetin anlamını temel­den bozar. Hakkında tartışma olan bir olguyu Allah'ın bilgisine döndürmenin ve bunu hasma karşı bir kanıt olarak kullanmanın, hem de Allah'ın ilminin bu hususla ilgili olarak nasıl tecelli ettiği bilinmediği bir durumda, nasıl bir anlam ifade edebilir ki? Gerçekten Allah böyle mi diyor, yoksa birileri Allah adı­na yalan iftira mı atıyor?

   "Ve yanında kitabın bilgisi olan" (Ra'd, 43) Bazıları, kitap ile levhi mahfuzun kastedildiğini söylemişlerdir. Bu durumda bu kitabın bilgisine sahip olanın yüce Allah olduğu kesinlik kazanıyor. Sanki şöyle söylenmiş gibi: "Şahit olarak kitabın bilgisi yanında olan Allah yeter."

   Öncelikle bu yorum, atıf olgusuyla bağdaşmıyor. İkincisi: Böyle bir yorumun kabul edilmesi durumunda, sıfatıyla birlikte zat, zatın kendisine atfedilmiş olur. Bu ise, normal bir konuşmada kabul edilmeyecek çirkin bir ifade tarzıdır. Bu nedenle Zemahşeri'nin el-Keşşaf adlı eserinde "Hasan'ın Ha­yır, vallahi, Allah'tan başkası kastedilmiyor." Şeklindeki sözlerini aktardıktan sonra şu değerlendirmeyi yapmak zorunda kaldığını görüyoruz: Bunun anlamı şudur: "Benimle sizin aranızda şahit olarak ibadete layık olan ve levhi mahfuzda ki bilgileri ondan başka kimsenin bilemeyeceği zat yeter."

   Zemahşeri, Hasan'ın bu görüşünü normal bir zemine oturtmak için kelime oyunlarına başvurmak zorunda kalmıştır. Örneğin "Allah" sözcüğü yerine: "İbadete layık olan" ifadesini, "Men= kimse" ifade­si yerine de "ellezi" lafzını kullanmıştır. Böyle bir kelime oyununa başvurmasının nedeni, ayetteki atfe­dilen ve matuf konumunda olan ifadelerin iki ayrı sıfat olarak algılanmalarını sağlamaktır. Maksat, za­tın sıfatlarından birinin diğerine atfedildiği şeklinde bir ifade elde etmektir. Hükmü de eylemde etkinli­ği olan iki sıfatı olan zat ile ilintilendirmektir. Bunun ne denli bir zorlama olduğunu anlamak gerekir. Ne var ki, bir lafzı diğer bir lafızla değiştirmek, anlam açısından işe yarar; ancak bunun ilk lafız açısın­dan bir yararı olmaz ve lafzın gerektirdiği hükümleri ortadan kaldırmaz.

   Ancak bundan maksadın Kur'an'ın peygamberin risaletini doğrulaması olduğunu, bu bağlamda 'Allah' lafzının kullanılmış olmasının, niteliksel bir anlam ifade etmesi için olmadığını, bilakis bütün kemal sıfatını üzerinde toplayan kutsal zatına şahitliği nispet etmek için kullanıldığını görürüz. Çünkü Allah'ın şahitliği, şahitliklerin en büyüğüdür: "De ki: Hangi şey şehadetçe en büyüktür? De ki: be­nimle sizin aranızda Allah şahittir." (En'âm, 19)

   Diğer bazı tefsirciler de şöyle demişlerdir: Ayette geçen kitaptan maksat Tevrat ve İncil'dir veya özellikle Tevrat'tır. Buna göre, ayetin anlamı şöyledir: Benimle sizin aranızda şahit olarak kitabı bilenler yeter. Çünkü onlar Allah'ın peygamberlere benim özelliklerim hakkında verdiği müjdeleri ve kitapta benim niteliklerim olarak sunulan bilgileri okuyorlar.

   Bu görüşe karşı şunu söyleyebiliriz: Ayette üzerinde durulan husus şahitliktir, salt bilgi değil. Sonra sure Mekke inişlidir ve söylendiği gibi henüz Ehl-i Kitap'tan iman eden kimse yoktu. Dolayısıyla peygamberimizin elçi olarak gönderildiğine de şahitlik etmemişlerdi. O halde henüz kimsenin ifa etme­diği bir şahitliği kanıt göstermenin mantığı yoktur.

   Bazıları demişlerdir ki: Abdullah b. Selâm, Temim ed-Dari, el-Carud ve Selman-ı Farisî gibi Ehl-i Kitap'a mensup olup da iman eden topluluk kastedilmiştir. Kimine göre de, sadece Abdullah b. Selâm kastedilmiştir. Ancak bu sayılan kimselerin tümünün Medine'de Müslüman olmuş olmaları, ayrı­ca surenin de Mekke'de inmiş olması bu ihtimali geçersiz kılıyor. Ancak burada kastedilen kişinin Ab­dullah b. Selâm olduğunu savunanlar, bunu kanıtlamak için özel bir gayret içindedirler. Bazıları diyor­lar ki: Surenin Mekke'de inmiş olması, bazı ayetlerinin Medine'de inmiş olmasına engel değildir. O hal­de, sure Mekke'de inmiş olmakla beraber neden bu ayet Medine de inmiş olmasın?

   Buna karşılık öncelikle şunu söyleyebiliriz: Sırf böyle bir şeyin olma ihtimali vardır diye, böyle bir şeyin kesinlikle olduğu anlamı çıkarılamaz. Böyle bir ihtimali doğru kabul edebilmemiz için dayanılacak sahih bir nakli kanıtın olması zorunludur. Kaldı ki ulemanın büyük çoğunluğu el-Bahr adlı eserden de nakledildiği gibi surenin bütün olarak Mekke'de indiği görüşündedirler.

   İkincisi: Bazı surelerin bazı ayetlerinin surenin genelinden ayrı olarak Medine'de veya Mekke'­de inmiş olması durumu, kimi surelerin ortalarına yerleştirilen bazı ayetler açısından geçerlidir. Fakat üzerinde durduğumuz ayet ise, surenin sonunda yer alıyor ve surenin giriş kısmındaki ifadelerin içeriği­ne göndermede bulunuyor. Dolayısıyla birbiriyle somut bağlantısı bulunan bir konuşmanın bazı kısım­larını belirsiz bir amaca yöneltmenin ne anlamı vardır?

   Bazıları da demişlerdir ki: Ayetin Mekke döneminde inmiş olması, konuşmanın gelecekte ya­pılacak bir şahitliği haber veriyor olmasına engel değildir.

   Böyle bir iddiada bulunmak kanıtın değersizliğini ve geçersizliğini ifade eder. Şimdi söyler mi­siniz: "Sen resul olarak gönderilmiş biri değilsin." diyen bir topluma: "Bugün buna inanın, çünkü Ehl-i Kitab'a mensup bazı âlimler gelecekte buna şahitlik edeceklerdir." demenin ne anlamı olabilir?

   Bazısı da şöyle demiştir: Bu şahitlik, yorumsal bir şahitliktir ve şahidin şahitlikte bulunduğu sırada iman etmiş olmasını gerektirmez. Dolayısıyla Ayetin Mekke'de inmiş olmasına karşın Abdullah b. Selâm veya onun dışında bir başka Yahudi veya Hıristiyan bilginin ayetin indiği sırada inanmış ol­mamalarına rağmen kastedilmiş olması mümkündür.

   Bu yorumla ilgili değerlendirmemiz: Bunun anlamı, kabul etmedikleri ve iman etmedikleri halde Ehli Kitap âlimlerinin bilgilerinin kanıt olarak gösterilmesidir. Eğer böyleyse, bu durumda net ola­rak, Peygamberin bizzat kendisini inkâr edenlerin bilgisini kendisinin peygamberliğinin kanıtı olarak göstermesi durumu ortaya çıkar. Çünkü Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğu hususu onlar için kanıtlanmış olur ve bunun kanıtı da onların buna ilişkin bilgilerinden başka bir şey değildir. Mademki onlarla diğer­leri risaleti inkâr noktasında ortaktırlar, o halde kanıt olarak onların da bilgileri pekâlâ gösterilebilir (!)

   [Cevap:] Şahitlik bizzat eda etme anlamında kullanılmıştır; yorumsal şahitlik değil.

   Bu görüşü savunanlardan biri de -İbni Teymiyye- daha da ilginç bir şey söylüyor: Bu ayet, âlimlerin ortak görüşüyle Medine'de inmiştir. Oysa gördüğünüz gibi, gerçek bunun tam aksini göstermekte­dir ve böyle bir görüş birliği de söz konusu değildir.

   Diğer bazıları ise, ayette sözü edilen kitapla Kur'an'ın kastedildiğini söylemişlerdir. Buna göre şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: Kur'an'ın bilgisini taşıyan ve gerçek bilgiye ulaşan ve bu bil­gide uzmanlaşan kimse Kur'an'ın Allah katından geldiğine ve benim Allah'ın elçisi olduğuma şahitlik eder." Böylece surenin sonu, giriş kısmında yer alan: "Bunlar kitabın ayetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu inanmazlar." (Ra'd, 1) ayetine bağlanmış oluyor. Surenin sonu, başına atfediliyor, ayrıca surenin ortasında yer alan:"Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör kimse gibi olur mu? Ancak akıl sahipleri anlar." (Ra'd, 19) ifadesiyle de ilintilendiriliyor. Bu gerçekte Allah'ın kâfirler tarafından küçümsenen ve alaya alınan kitabım desteklemesi, arka çıkması demektir. Çünkü kâfirler, defalarca: "Ona Rabbinden bir ayet indirilmeli değil miydi?" (Ra'd, 7) de­mişlerdi ve en sonunda da: "Sen Resul olarak gönderilmiş bir kimse değilsin." (Ra'd, 43) demişlerdi. Kur'an'a önem vermemiş, ona aldırış etmemiş ve burun kıvırmışlardı. Yüce Allah da onların bu sözleri­ne defalarca cevap vermiş, bu arada Kur'an'dan söz etmemiş, onun risaletin en büyük mucizesi olduğu­nu belirtmemişti. Bundan dolayı: "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında ki­tabın bilgisi olan yeter." ifadesinden bu maksadın çıkarsanması gerekir. Çünkü bu olmadan açıklama eksik kalır. Bu da bu ayetin de diğer ayetler gibi Mekke döneminde indiğinin en somut kanıtıdır.

   Bir grup ravinin Ehl-i Beyt İmamlarından aktardıkları rivayetlerde, ayette kastedilen ki­şinin Ali (a.s) olduğu açıklama: Eğer: "Yanında kitabın bilgisi olan" (Ra'd, 43) ifadesi o günkü iman edenlerden birine uyarlanacak olursa, hiç kuşkusuz bu kişi, ümmet içinde kitabı en iyi bilen kişi olacaktır. Buna ilişkin birçok sahih rivayet vardır. Başka hiçbir rivayet olmasa bile, "mütevatir düzeyi­ne ulaşmış ünlü Sekaleyn (iki ağırlıklı yol gösterici)" [el-Mîzan, (Nahl 44) Tefsir.] hadisi yeterlidir.

   Bu hadisi, Şiî ve Sünni hadis kaynaklan birçok kanaldan çok sayıdaki sahabeden ve Resûlullah'tan rivayet etmişlerdir: "Ben size iki ağırlıklı yol gösterici bırakıyorum. Biri Allah'ın kitabı, biri de be­nim soyum Ehl-i Beyt'im. Bu ikisi havuz başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmaya­caklardır. Onlara sarıldığınız sürece, benden sonra ebediyen yolunuzu şaşırmazsınız."

   Tefsir-ul Ayyaşi'de Abdullah b. Ata'dan şöyle rivayet edilir: "İmam Bâkır'a (a.s) dedim ki: İbn Abdullah b. Selâm b. İmran: "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında kitabın bilgisi olan yeter." (Ra'd, 43) ayetinde babasının kastedildiğini iddia ediyor, buna ne dersiniz?"

   Buyurdu ki: «Yalan söylüyor. Orada kastedilen kişi Ali b. Ebu Talib'dir.» Rivayet edilir ki, Ebu Said el-Hudri'ye: "Yanında kitabın bilgisi olan" kişinin Abdullah b. Selâm olup olmadığı sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: «Hayır, o değildir. Nasıl olabilir ki, bu ayet Mekke'de inmiştir?»

   Ben derim ki: İbn Münzir ve Şabi'nin: Kur'an'da Abdullah b. Selâm hakkında inen herhangi bir ayet yoktur." dedikleri rivayet edilmiştir. [el-Mîzan, (Rad, 43) Tefsir] (Ayrıca bk. h: 494 ve dip notu)

 

[59]- Yüce Allah'ın isimlerinin bizim üzerimizdeki etkileri, genişlik ve darlık bakımından farklılık gösterir. Bu genişlik ve darlık, bu isimlerin kavramlarındaki genelliğe ve özelliğe paraleldir. Meselâ bi­ze yansıyan ilim bağışından işitme, görme, hayal ve akıl yürütme alt sonuçları ortaya çıkar. Sonra bize verilen ilim, güç, hayat ve başka bazı bağışlar; rızık verme, nimet bağışlama ve cömertliğin kapsamına girer. Sonra da ilim, af, mağfiret ve benzeri şeyler, genel merhametin kapsamına girer.

   Bundan ortaya çıkıyor ki, Allah'ın isimleri arasında genişlik-darlık, genellik ve özellik bakımından farklılık vardır. Bu farklılık, o isimlerin dünyamıza yansıyan sonuçlarına paraleldir. Bu isimlerin kimi özel, kimi geneldir. Onların özellikleri ve genellikleri, sonuçlarında beliren gerçeklerin özelliğine ve ge­nelliğine bağlıdır. Onların gerçekleri arasındaki bağlantının niteliğini de, kavramları arasındaki bağlantı ortaya çıkarır. Meselâ ilim ismi diri ismine nispetle özel, fakat işiten, gören, şahit olan, lütuf sahibi, ha­berdar ve rızık veren isimlerine göre geneldir. Rızık veren ismi Rahman ismine göre özel, fakat şifa veren, yardım eden ve hidayet bağışlayan isimlerine göre geneldir. Diğer isimlerdeki durum da böyledir.

   Allah'ın en güzel isimleri, gitgide genişleyen bir alana yayılır. Bu alanın en aşağı noktasında al­tında başka isim bulunmayan isim veya isimler yer alır. Sonra bu alan gitgide genişler ve genellik kaza­nır. Her ismin üzerinde ondan daha geniş ve daha genel olan isimler yer alır. Bu genişleme, Allah'ın en büyük isminde son bulur. Bu en büyük isim, tek başına bütün isimlerin gerçeklerini kapsamına alır, de­ğişik gerçekler bütünü ile onun altında yer alır. Bu isim, çoğu kere İsm-i A'zam diye adlandırdığımız ilâhî isimdir. Bilinen bir gerçektir ki, bir ilâhî isim ne kadar genel olursa âlemdeki etkisinin çapı daha genel, ondan kaynaklanan bereketler daha büyük ve daha tam olur. Çünkü sonuçlar isimlere bağlıdır. Buna göre isimlerin genellik ve özellik durumunun aynısı, etkilerinde aynen görülür. Böyle olunca İs­m-i A'zam, bütün etkilerin kendisinde son bulduğu, her şeyin kendisine boyun eğdiği isimdir.

   İsm-i A'zam (en büyük isim)'ın Anlamı

   "Şüphe yok ki, İsm-i A'zam'ın yetmiş üç harfe ayrılması veya harflerden oluşması, daha önce işaret ettiğimiz gibi, bu ismin gerçekten bildiğimiz alfabe harflerinin bir bileşimi olmasını gerektirmez. Bu rivayetler bu gerçeğin delilleridir. Çünkü bu rivayetlerde önce bir tane olan bu isimden söz ediliyor, arkasından harfleri peygamberlere bölüştürülüyor ve bir harfi müstesna tutuluyor. Eğer bu isim, bütün harfleri ile bir anlama delâlet eden bildiğimiz diğer isimler gibi bir isim olsaydı, o peygamberlere veri­len bölük pörçük harfler, onların hiçbirine asla bir fayda sağlamazdı." [el-Mîzan, c.8, s.511]

   Allah'ın isimleri arasında kendisi ile yapılan duaların kabul edildiği ve hiçbir şeyin etkisi dışın­da kalmadığı kelime kalıbında bir ismin olduğu kanaati insanlar arasında yaygındır. Fakat bu iddiayı ileri sürenler, Allah'ın bilinen hiçbir isminde bu özelliği bulamadıkları için bu ismin bizim bilmediği­miz harflerden oluştuğuna, o ismi bulmamız hâlinde her şeyin irademize boyun eğeceğine inanırlar.

   Muskalar ve dualarla uğraşanların kanaatlerine göre İsm-i A'zam'ın bir kelime kalıbı vardır. Bu kelimenin delâleti sözlük anlamına göre değil, tabiî yapısına bağlıdır. Ayrıca bu ismin harfleri ve bu harflerin dizilişi, ihtiyaçlara ve isteklere bağlı olarak değişir. Onların bu ismi bulma hususunda özel yöntemleri vardır. Bu yöntemlerle önce harfleri ortaya çıkarırlar, sonra onları arka arkaya dizerek onun­la dua ederler. Bunu onların yöntemlerini inceleyenlerden biliyoruz.

   Bazı rivayetlerde buna yönelik işaretler de vardır. Meselâ bir rivayette, İsm-i A'zam, Ayet'el-Kürsî ile Âl-i İmrân Suresi'nin başlangıcındadır. Bir rivayete göre onun harfleri Fatiha Suresi'nde... İmam bu harfleri bilir. İstediği zaman onları bir araya getirip onunla dua eder ve duası kabul edilir. Bir rivayete göre Süleyman (a.s)'m veziri Asaf b. Berhıya, İsm-i A'zam'm harflerinden bazısını biliyordu. Saba Kraliçesi’nin tahtını göz kırpma süresinden daha kısa bir zaman zarfında Süleyman (a.s)'ın önüne getirdi. Yine bir rivayete göre İsm-i A'zam yetmiş üç harften oluşur. Allah bu harflerin yetmiş ikisini peygamberleri arasında bölüştürdü ve bir harfini kendi katında gayp ilminde saklı tuttu. Bunlar gibi İsm-i A'zam'ın, harflerin dizimi ile oluşmuş bir kelime olduğuna işaret eden daha birçok rivayet vardır.

   Sebep-sonuç ve bunların özellikleri ile ilgili gerçek bir inceleme, bu kanaati geçersiz kılar. Çünkü gerçek etki, etki edecek şeylerde güç ve zayıflık bulunması ile etki eden ve etkilenen şeyin ara­sında bir benzerlik olup olmamasına dayanır. Harflerden oluşan bir isim, sözünün özelliği bakımından değerlendirildiğinde arazî niteliklerden olan bir işitilebilen sesler dizisinden ibarettir. Bu isim, düşünü­len anlamı bakımından değerlendirildiğinde ise hiçbir şey üzerinde asla etkisi olmayan bir zihnî tasarı­dan ibarettir. Gırtlaklarımız yolu ile ortaya koyduğumuz bir sesin veya zihnimizde canlandırdığımız ha­yalî bir tasarının, varlığı ile her şeyi kahretmesi, istediğimiz şey üzerinde dilediğimiz tasarrufu yapma­sı, göğü yere dönüştürmesi, dünyayı ahirete çevirmesi veya bunların terslerim gerçekleştirmesi imkân­sızdır. Çünkü o sesin ve o tasarının kendisi bizim irademizin sonucu ve ürünüdür.

   Yüce Allah'ın isimleri ve özellikle O'nun İsm-i A'zam'ı gerçi kâinatta etkilidir ve yüce zatından şu görünen âleme feyiz inmesinin araçları ve sebepleridir; fakat bu isimler, herhangi bir dilde onlara delâlet eden kelimelerin lafızları ile veya bu kelimelerin zihinlerde canlandırdığı anlamlan ile değil, gerçeklikleri ve hakikatleri ile etki yaparlar. Bu şu demektir: Yüce Allah, her şeyin faili ve var edicisidir. Bu mucitliğini o şeye uygun sıfatını içeren uygun ismi ile gerçekleştirir. Yoksa bu mucitlikte keli­melerin veya zihinde kavranan taslakların ya da yüce zatı dışında başka bir gerçeğin etkisi yoktur. Yal­nız Allah, "Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm." (Bakara, 186) ayetinde buyurduğu gibi kendisine dua edenin duasını kabul edeceğini vaat ediyor. Bunun için duanın ve dileğin gerçek olması ve başkasına değil de Allah'a "yöneltilmiş olması gerekir. Buna göre kim bütün sebepler­den koparak bir dileğinin yerine getirilmesi için sırf Allah'a sarılırsa, dileğine uygun ilâhî ismin hakika­tine sarılmış olur. O zaman o isim gerçeği ve hakikati ile etkisini gösterir ve kulun dileği kabul olur.

   İşte isimle duanın hakikati budur. Dua edenin sarıldığı ismin durumuna göre meydana gelen et­kinin özelliği veya genelliği belirlenir. Eğer bu isim İsm-i A'zam olursa, her şey onun gerçekliğine bo­yun eğer ve bu isim ile dua edenin duası mutlaka kabul olur. İşte bu konudaki rivayetleri ve duaları böyle yorumlamak gerekir. Yoksa kelimeden ibaret isme ve onun kavramına olağanüstü bir etki atfet­mek doğru değildir.

   Yüce Allah'ın isimlerinden birini veya İsm-i A'zam'ın bazı bölümlerini peygamberlerinden biri­ne ve bir kuluna öğretmesinin anlamı, yüce Allah'ın dua eden kuluna o isme sarılarak dua etmesinin yo­lunu açmasıdır. Bu arada elbette o ismin bir kelime kalıbı ve bir anlamı vardır. Bunun sebebi, kelimele­rin ve anlamlarının, hakikatleri bir nevi muhafaza eden araçlar ve sebepler olmalarıdır. Bu gerçeği iyi anlamak gerekir. Bilmek gerekir ki, kimi zaman bir özel isim sadece yüce Allah'a verilebilir, O'ndan başkalarına takılamaz. Nitekim "Allah" ve "Rahman" isimlerinin böyle oldukları ileri sürülmüştür. "Al­lah" ismi, yüce Allah'a mahsus bir özel isimdir, bizim incelediğimiz anlamda bir isim değildir. "Rah­man" ismi ise, yukarıda değindiğimiz gibi anlamı yüce Allah ile başkaları arasında ortak olan ve bu ne­denle de O'nun en güzel isimleri arasında yer alan bir isimdir. Bu açıklamamız, tefsir ilmi açısındandır Meselenin fıkhî yönü ise, incelememizin çerçevesi dışında kalır. [el-Mîzan, e.8, s.496-499]

   (Ayrıntılı bilgi için bk. Tevhid kitabı, Zati Sıfatlar ve Fiili Sıfatlar Hakkında, s. 170)

[60]- Hep birden itaat ettikleri veya ortadan kayboluşunun uzun sürmesinden dolayı inananları ile alay ettikleri...

[61]- Rivayetin sonunda eşeğin sözleri olarak aktarılan ifadeleri, Kuleynî'nin kimden duyduğu bel­li değildir. Dirayet ilmi terminolojisine göre ifade edecek olursak, rivayetin bu kısmı mürsel ve maktudur. Dolayısıyla güvenilirlik bakımından senedi sahih bir rivayet düzeyinde muteber sayılmaz.

[62]- Zira: Yaklaşık yarım metre uzunluğunda bir ölçü birimidir. [Mealimu'l-Medreseteyn, 2/406]

[63]- Meleğin sözlerini yazamamasını şikâyet etmiş olabilir.

[64]- Zeydiyye mezhebine mensup olanların.

[65]- Ehl-i Beyt İmamlarının, İmam Ali'nin (a.s) ahkâm konusundaki "Camia" kitabını, gelecekte vuku bulacak tüm olayları içeren "Cifr'i" ve "Fatıma'nın Mushafı"nı miras aldıkları mütevatir olarak ri­vayet edilmiştir. [Mealimu'l-Medreseteyn, c.2, s.413]

[66]- Miraç'da olduğu gibi

 

[67]- Vasîler neden, takiye yaparlar ve peygamberin söylediği gibi realiteyi en açık şekliyle söyle­mekten imtina ederler.

[68]- Yani Peygamber (s.a.a) vahyin dışındaki başka bir yöntemle de ilim elde ediyor muydu?

[69]- Muhaddes: Kendisiyle konuşulan demektir. Bu, meleğin sesini duymadır. [el-Mîzan, 3/330-331]

 

[70]- Allah'ın hükmünde çelişki olur mu?

[71]- Ki, Kadir suresinin tefsirini inkâr etmekten tevbe etmeyeceklerini bildiği kimselerin azabı iyice pekişsin ve kemâle ersin.

[72]- Meclisi, bu hadisle ilgili yorumunda özetle şöyle der: Cuma geceleri, aramızda yaşayan ima­mın ruhu, ölmüş peygamberlerin ve vasilerin ruhlarıyla bir şekilde irtibat kurar ve onlardan yararlanır, ilmine ilim ekler. Fakat biz bu irtibatın keyfiyetini bilemeyiz.

[73]- Kimi zaman imamların gözlerinin önüne serilen ve kimi zaman da onlardan saklanan ilim, insanların ihtiyaç duydukları dini hükümlere ilişkin ilim değildir. İnsanların dinsel anlamda ihtiyaç duydukları bir hususla ilgili olarak imamdan bir şey sorulup ta, onun "Bilmiyorum." demesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu hadiste, insanların ihtiyaç duydukları dini ilimlerden başka bir ilim türü kaste­dilmiştir. İmamlar helâl ve haramlarla ilgili dini hükümlerin kapsamına giren her şeyi bilirler.

[74]- "O bütün gaybı (görülmeyenleri) bilir. Gayb'ına (sırlarına) kimseyi muttali kılmaz. An­cak dilediği Resul (peygamber) bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. Ki böylece onların, Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. Onların nezdinde olup biteni çepeçevre kuşatmıştır ve her şeyi bir-bir saymıştır." (Cin, 26, 27, 28)

   "Gayb:" Görünmeyen demektir ve görünenin karşıtıdır. Dolayısıyla duyularla algılanmayan her şey, gaybın kapsamına girer. O da, yüce Allah ve O'nun duyularımız tarafından algılanamayan büyük ayetleridir. Vahiy de duyularca algılanıp kavranmayan büyük ayetlerden biridir. Nitekim "Sana indiri­lene ve senden önce indirilenlere iman ederler." (Bakara, 4) ifadesinde de vahiy gerçeğine işaret edilmiştir. Şu hâlde, vahye iman etme ve ahirete kesin inanma karşısında "gaybe iman etme" ifadesiyle Allah'a iman kastediliyor. Böylece dinin üç temel ilkesi tamamlanmış oluyor. Kur'ân burada sırf somut algılarla yetinilmemesini, aklıselime ve katıksız usa da uyulmasını teşvik ediyor. [el-Mîzan, c.1, s.73]

   "O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz." İzharu'ş Şey'i ala'ş Şey' =Bir şeyi başka bir şeye göstermek, ona musallat kılmak demektir. "Bütün görülmeyenleri bilir." ifa­desi, mahzuf müptedanın haberidir. Takdiri açılımı da: O bütün görülmeyenleri bilir, şeklindedir. Keli­me, ayetin akışını da göz önünde bulundurduğumuz zaman, yüce Allah'ın bilgisinin bütün gaybı kapsa­dığı gibi, gaybı bilmenin de sırf Ona özgü olduğunu ifade etmektedir. Bu yüzden gayb kelimesini ikinci kez kendisine izafe etmiş ve "sırlarını (gaybını)" buyurmuştur. Burada özgülüğü ifade etmesi için zamir yerine zahir isim kullanmıştır. Eğer "ona kimseyi muttali kılmaz..." deseydi, bu anlamı vermeyecekti.

   Ayetin anlamına gelince: Allah bütün gaybi bilir ve bu sırf Ona özgü bir bilgidir. Kendisine öz­gü olan gayb bilgisine insanlardan hiç kimseyi muttali kılmaz. O halde burada bütünsel/külli olumsuz-lama söz konusudur. Ama bazıları, burada cüzi olumsuzlama olduğunu ısrarla söylemişlerdir. Onlara göre kast edilen anlam şudur: Hiç kimseyi gaybmın tümüne muttali kılmaz... Bundan sonra ele alacağı­mız ayetlerin zahiri bizim açıklamamızı destekler niteliktedir.

   "Ancak dilediği (resul) peygamber bunun dışındadır." İstisna "kimse" ifadesiyle ilintilidir. "Peygamber" sözü "dilediği" sözünün açıklaması konumundadır. Bundan da anlaşılıyor ki, Allah, pey­gamberlerine, kendisine özgü gaybtan dilediği şeyleri gösterir. Bu ayet, "Gaybın anahtarları Allah'ın elindedir; onları Ondan başkası bilmez." (Enam, 59) "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir." (Nahl, 77) "De ki: Göklerde ve yerde, Allah'tan başka kimse gaybı bilmez." (Nemi, 65) gibi gaybı bilmeyi sırf Allah'a özgü kılan ayetlerle birlikte ele alındığı zaman, buradan asıl olma ve tabi olma gibi bir anlam çıkar. Yani Allah gaybı bizzat bilir, Onun gaybı bilmesi asıldır, Ondan başkası da Allah'ın öğretmesi sayesinde bilir. Gayb ile ilgili bu ayetler, vefat ettirme ile ilgili ayetlere benzerler. Örneğin: "Allah... canlarını alır." (Zümer, 42) ayeti, can almayı sırf Allah'a özgü kılmaktadır. Konuyla ilgili di­ğer ayetlerde ise şöyle buyruluyor: "De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak." (Secde, 11) "Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz onun canını alırlar." (En’âm, 61) Buna göre can al­ma, aslı itibariyle yüce Allah'a aittir, meleklerse tabi olmak bakımından bu işlevi görürler. Çünkü melekler, Allah'ın emirlerine boyun eğen aracı sebepler konumundadırlar.

   "Ki böylece onların, Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin." "Bilsin" ifadesindeki zamir, Allah'a dönüktür, "tebliğ ettiklerini" ve "Rablerinin" ifadelerindeki zamirler ise "inin" edatına, anlamı itibariyle ya da peygambere, cinsi itibariyle dönüktür. Allah'ın, onların Rablerinin gönderdiklerini tebliğ ettiklerini bilmesi ile fiili bilme anlamındadır. Yani, tebliğ olgusunun objeler dün­yasında gerçekleşmesi. Bu açıdan aşağıdaki ayete benzer bir ifade söz konusudur: "Elbette Allah, doğ­ruları bilecek ve yalancıları da mutlaka bilecektir." (Ankebut, 3) Kur'ân'da bunun örnekleri çoktur.

   Ayetlerle ilgili olarak yaptığımız açıklamalardan şu üç sonuç çıkıyor:

   Birincisi: Gaybi bilmenin sırf Allah'a özgü olması, asıl bilginin, açıkladığımız üzere Ona ait ol­ması anlamındadır. O, gaybı bizzat bilir, başkaları ise Onun öğretmesiyle bilebilirler.

   Bu da gösteriyor ki, Kur'ân'da peygamberlerin gaybı bilmeyi kendileri açısından olumsuzladıklarına ilişkin olarak aktarılan sözlerde peygamberlerin asıl ve bağımsız bilgiye sahip olmaları kastediliyor, vahiy yoluyla kendilerine bildirilen şeyleri kapsamıyor. Buna örnek: "De ki: Ben size, Allah'ın hazi­neleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem." (En'âm, 50) "Eğer ben gaybı bilsey­dim elbette daha çok hayır yapmak isterdim." (A'râf, 188) "De ki: Ben peygamberlerin ilki deği­lim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım." (Ahkaf, 9)

   İkincisi: "Sırlarına kimseyi muttali kılmaz." ifadesinin genelliği "Ancak dilediği peygam­ber bunun dışındadır." ifadesiyle tahsis edildiği için, ifade tahsis edilmiş genel durumuna gelmiştir. Böyle olması başka bir tahsis edici unsurla tahsis edilmesini engellemez. Nebiler meselesinde olduğu gibi. Çünkü Kur'ân onlara vahiy indirildiğini ifade ediyor: "Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamber­lere (nebilere) vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik." (Nisa, 163)

   Yine Kur'ân, vahyin gaybi bir olgu olduğunu vurguluyor. O halde nebi, tıpkı resul gibi gaybi bil­gilere nail olur. Ama bu, ayette kullanılan resul kelimesinin nebinin alternatifi anlamında olması duru­munda geçerlidir. Şayet mutlak olarak yüce Allah'ın insanlara elçi gönderdiği peygamber anlamında kullanılmışsa, bu anlamda nebi de yüce Allah'ın insanlara gönderdiği biridir. Nitekim yüce Allah buna şöyle işaret etmiştir: "Biz, senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki..." (Hac, 52) "Biz hangi ülkeye bir nebi gönderdiysek..." (Araf, 94) Şu halde tefsirini sunduğumuz ayette, yeni bir tahsis edici ifadeye gerek kalmadan nebi de genel olumsuzluğun (gaybi bilmemenin) dışında tutulmuştur.

   Aynı durum, Kur'ân'da kullanıldığı anlamı ile imam için de geçerlidir. Çünkü yüce Allah imamı sabır ve kesin inanç sahibi olarak vasfeder: "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları za­man, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ileten imamlar tayin ettik." (Secde, 24) Bir yerde onların önündeki örtüyü kaldırdığını da ifade ediyor: "Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk." (Enam, 75) "Gerçek öyle değil! Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız, mutlaka cehennem ateşini görürdünüz." (Tekasür, 5-6)

   Meleklere gelince; peygambere nüzulünden önce taşıdıkları vahiy ve gözlemledikleri melekût âlemi, bize göre gayb olsa da onlar açısından görülen olgulardır. Kaldı ki "Sırlarına kimseyi muttali kılmaz." ifadesi, sadece yeryüzünde yaşayan dünya ehlini kapsar. Aksi takdirde bu ayetle, Kur'ân nassıyla gaybın bir parçası olduğu vurgulanan ahiret olaylarını gözlemleyen ölülerin bu durumu çelişirdi. O halde ayetin olumsuzladığı kısmın kapsamında tek bir kişi kalmamış oluyor. Çünkü bütün insanların top­lanacağı ahiret gününde herkes dirilecektir ve o gün bu açıdan artık görülen bir gündür. Aynı şekilde ölü­lerin yaşadığı hayat dünya hayatından farklı olduğu gibi meleklerin hayatı da maddi hayattan farklıdır.

   Üçüncüsü: Ayette, resule gösterilen olarak istisna tutulan gayb, risaletin tebliğinin gerçekleşme­sinin esasını oluşturan olgudur ve bu olgu; "akidevi bilgiler, dini hükümler, kıssalar, ibret dersleri, hik­met ve öğütler gibi risaletin metninden ya da bazı peygamberlerle ilgili olarak aktarılan kimi gaybi ha­berlerde olduğu gibi resulün risalet iddiasında bulunurken doğru söylediğine delalet eden mucizeler­den" daha geneldir. Peygamberlerden bazılarının gaybi olarak verdiği haberlere şunları örnek gösterebi­liriz: Salih (a.s)'m kavmine hitaben söylediği: "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın! Bu söz, yalanlanamayan bir tehdit idi." (Hud, 65) şeklindeki sözleri. İsa (a.s)'ın İsrailoğullarma hitaben söylediği şu sözler: "Evlerinizde ne yeyip biriktirdiğinizi size haber veririm. Bunda sizin için bir ibret vardır." (Al-i İmran, 49) Ayrıca buna peygamberlerin vaadleri, Kur'ân-ı Kerimde yer alan geleceğe dair işaret­ler, bunların tümü gaybın gösterilmesinin örnekleridir. [el-Mîzan, (Cin, 26-28) Tefsir.]

   De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. (Ahkaf, 9)

   Ayette geçen el-Bid'u, nitelikleri veya söz ve davranışları itibariyle daha önce bir benzeri bu­lunmayan şey demektir. Bu yüzden bazıları, bu ayeti tefsir ederken şu anlamı vermişler:

   Ben size gönderilen ve öncesinde hiçbir peygamber gelmeyen ilk peygamber değilim.

   Bazıları ise cümlenin anlamını şöyle olduğunu söylemişlerdir: Ben benden önce hiçbir peygam­berin söylemediği söz ve davranışları icat eden, uyduran bir kimse değilim.

   Birinci anlam, ayetin akışıyla bağdaşmadığı gibi, hemen öncesinde yer alan "O, bağışlayan, esirgeyendir." ifadesiyle de -bizim ortaya koyduğumuz anlamı itibariyle- bağdaşmamaktadır.

   Dolayısıyla ikinci anlam daha uygundur. Bu açıdan ayetin anlamı şöyledir: Ben şekil veya hare­ket tarzı, söz veya davranış olarak benden önceki peygamberlere aykırı bir tutum içinde değilim. Bila­kis ben, onlar gibi bir beşerim, onlar da bulunan beşeri özellikler bende de vardır. Onların hayat yön­temleri benim de hayat yöntemimdir.

   Bu cümle ile yüce Allah'ın bize aktardığı şu sözlerine de cevap verilmiş oluyor: "Bu ne biçim peygamber; yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı! Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalıy­dı." (Furkan,7-8)

   "Bana ve size ne yapılacağını da bilmem." (Ahkaf, 9) Burada Peygamber kendisini gaybı bil­mediğini ifade ediyor. Dolayısıyla bu ifade, şu ayete benzemektedir: "Eğer ben gaybı bilseydim elbet­te daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı." (Araf, 188) Ancak bu iki ayet arasında bir fark vardır. "Eğer ben gaybı bilseydim." Ayetinde gaybı bilmeyi mutlak olarak olum­suzluyor ve buna tanık olarak da kendisine kötülüğün dokunmasını ve çok hayır yapamamasını gösteri­yor. "Bana ve size ne yapılacağını bilmem." ifadesinde ise, özel bir gaybi bilgiyi olumsuzluyor. Bu da hep birlikte karşı karşıya kaldıkları hadiseler bağlamında kendisine ve onlara ne yapılacağıdır.

   Çünkü putperestler şöyle sanıyorlardı: Eğer ortada bir peygamber varsa, peygamberlik vasfına sahip olan kimse, kendiliğinden gaybı bilmek durumundadır. Mutlak bir gaybi güce sahip olması gere­kir. Nitekim Kur'ân'da müşriklerin yaptıkları önerileri aktaran ayetlerden de bunu anlayabiliyoruz. Bu yüzden Resûlullah, açık bir şekilde, kendisine ve onlara ne yapılacağını bilmediğini itiraf etmesi ve gaybi bilme niteliğini kendisinden olumsuzlaması, dolayısıyla kendisinin ve onların başına gelen hadi­selerin kendisinin iradesinin ve seçme gücünün dışında olduğunu, bunlarda kendisinin hiçbir dahlinin olmadığını, bilakis kendisine ve onlara bunları yapanın yüce Allah olduğunu itiraf etmesi emrediliyor.

   "Bana ve size ne yapılacağını da bilmem." (Ahkaf, 9) İfadesi, Resûlullah (s.a.a) gaybi bilme­diğini vurguladığı gibi, gayb perdesinin arkasında olup kendisine veya onlara isabet edecek herhangi bir şeyi ortadan kaldırmaya da gücünün yetmediğini ortaya koymaktadır.

   Bu ayetin, Resûlullah'ın gaybi bilmediğini belirtmesi ile onun vahiy aracılığıyla gaybı bilmesi arasında bir çelişki yoktur. Nitekim Allah Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde, Resûlullah'a vahiy yoluyla gaybi bilgiler verdiğini açıklamaktadır: "İşte bu gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz." (Yusuf, 102) "İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir." (Hud, 49) "O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; ancak dilediği peygamber bunun dışındadır." (Cin, 26-27) İsa (a.s)'ın şu sözü de buna örnektir: "Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm." (Al-i İmran, 49) Yusuf (a.s)'ın zindan arkadaşlarına söylediği şu söz de buna bir örnektir: "Size yedirilecek yemek gelmeden önce onun yorumunu mutlaka size haber veririm." (Yusuf, 37)

   Tefsirini sunduğumuz ayette Peygamberin gaybi bilmediğinin açıklanması ile başka ayetlerde, onun vahiy yoluyla gayb'a dair bilgiler aldığının açıklanması arasında çelişki olmadığını şöyle izah ede­biliriz: Resûlullah (s.a.a) ve diğer peygamberlerin gaybi bilmediklerini belirten ayetler, onların beşeri doğaları itibariyle gaybi bilmediklerini vurgulamaktadırlar. Onların beşeri bir tabiata sahipken veya be­şer üstü bir tabiata sahip olarak, kendiliklerinden gaybi bilme özelliğiyle belirginleşmeleri ve bu özellik lerini her türlü yararlı şeyi edinme ve kötü şeyleri de bertaraf etme hususunda kullanmaları olumsuzlan-maktadır. Tıpkı bizim, maddi sebepler aracılığıyla yaptığımız gibi, onların da öz doğalarından kaynak­lanan bu olağanüstü yeteneklerini kullanmaları olumsuzlanmaktadır. Bunun olumsuzlanması ile gayb'a dair bazı olguların vahiy yoluyla ve ilâhî öğretim sonucu önlerine açılması arasında herhangi bir çelişki yoktur. Nitekim peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de onların kendi güçlerinden kaynaklanan bir gücü kullanmalarının sonucu değildir. Bilakis Allah'ın izni ve emriyle bu mucizeleri gösterebilmekte­dirler. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçi­yim." (İsra, 93) Bu, kendisinden mucize istendiği bir sırada Allah tarafından peygamberine öğretilen bir cevaptır. Başka yerde de şöyle buyruluyor: "De ki: Mucizeler ancak Allah'ın katındandır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım." (Ankebut, 50) "Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmaksızın her­hangi bir ayeti kendiliğinden getiremez. Allah'ın emri gelince de hak uygulanır." (Mümin, 78)

   Aynı şekilde, tefsirini sunduğumuz ifadeden hemen sonra yer alan ve onunla bağlantılı bulunan şu cümle de bu anlama ilişkin bir tanık konumundadır: "Ben sadece bana vahyedilene uyarım." (Ahkaf, 9) Bu cümlenin kendisinden önceki cümle ile bağlantılı olması, onun bir örneklendirme mahiyetin­de olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla kast edilen anlam şudur: Ben şu gayb ile ilgili hadiseleri ken­diliğimden bilmem. Yalnızca bu hususta bana vahyedilen şeylere uyarım.

   "Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." Bu cümle ayatte daha önce geçen "Ben..."ilk değilim." "Ben... bilmem" "Ben sadece... uyarım." ifadelerinin tümüne yönelik bir te'kid mahiyetindedir. [el-Mîzan, (Ahkaf, 9) Tefsir.]